9 Temmuz 2012 Pazartesi 0 yorum

FİNCAN TAKIMI




FİNCAN TAKIMI
 Yırtık pırtık paltolar giymiş iki çocuk
kapımı çaldılar: "Eski gazeteniz var mı bayan?"
Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim ama ayaklarına
gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski sandaletler
vardı ve ayakları su içindeydi. "İçeri girin de, size kakao yapayım"
dedim. Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı.
Kakaonun yanında reçel, ekmek de hazırladım onlara, belki dışarıdaki
soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri. Onlar şöminenin
önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve yarıda bıraktığım
işlerimi yapmaya koyuldum. fakat oturma odasındaki sessizlik dikkatimi çekti
bir an ve başımı uzattım içeriye. Küçük kız elindeki boş fincana bakıyordu...
Erkek çocuğu bana döndü "Bayan, siz zengin misiniz?" diye sordu. Zengin mi?
"Yo hayır!" diye yanıtlarken çocuğu,gözlerim bir an ayağımdaki eski terliklere
kaydı. Kız elindeki fincanı tabağına dikkatle yerleştirdi ve "Sizin fincanlarınız,
fincan tabaklarınız takım" dedi. Sesindeki açlık, karın açlığına benzemiyordu.
Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa. Teşekkür bile etmemişlerdi
ama buna gerek yoktu. Teşekkür etmekten daha öte bir şey yapmışlardı.
Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı. Pişirdiğim patateslerin
tadına baktım. Sıcacıktı patatesler, başımızı sokacak bir evimiz vardı,
bir eşim vardı ve eşimin de bir işi... Bunlar da fincanlarım ve fincan
tabaklarım gibi bir uyum içindeydi. Sandalyeleri şöminenin
önünden kaldırıp, yerlerine yerleştirdim. Çocukların
sandaletlerinin çamur izleri,halının üzerindeydi
halâ. Silmedim ayak izlerini. Silmeyeceğim
de. Olur unutuveririm ne denli zengin
olduğumu...

0 yorum

KAYBEDİLENLER

KAYBEDİLENLER

Bir gün insan virgülü kaybetti.
O zaman cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler kullanmaya başladı.
Cümleleri basitleşince düşünceleri de basitleşti.
Bir başka gün ise ünlem işaretini kaybetti.
Alçak bir sesle ve ses tonunu değiştirmeden konuşmaya başladı. Artık ne bir şeye kızıyor ne de bir şeye seviniyordu. Üstelik hiçbir şey onda en ufak bir heyecan uyandırmıyordu.
Bir süre sonra soru işaretini kaybetti.
Artık soru sormaz oldu. Hiçbir şey ama hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu. Ne kainat ne dünya ne de kendisi umurundaydı.
Birkaç sene sonra iki nokta işaretini kaybetti.
Artık davranış sebeplerini başkalarına açıklamaktan vazgeçti.
Ömrünün sonuna doğru elinde yalnız tırnak işareti kalmıştı. Kendisine ait tek bir düşünce bile yoktu. Yalnız başkalarının düşüncelerini tekrarlıyordu.
Son noktaya geldiğinde düşünmeyi, okumayı unutmuş vaziyetteydi.
0 yorum

Faruk Nafiz Camlibel - 1920

SON ASIK

Hasretinle geciyorken bu genclik cagim,
Ey sevdigim, ben umitsiz degilim gene
Ak dusunce saclarin kumral rengine
Kollarinda son asikin ben olacagim. 

Ey basinda simdi sevda ruzgarlari esen,
Boyle her gun yollarimdan gecsen de suzgun
Sen benimsin busbutun terk olundugun gun ...
O mukadder gunu, bilmem, dusundun mu sen?

Ben bir beyaz sacli asik, sen bir ihtiyar ...
O gun bana yalasirken ey ilahi yar,
Esirgeme gözlerimden bir son buseni,

Kirpiginden yavas yavas bir damla aksin,
Cunku, ruhum, sen de o gun anlayacaksin
Ki hic kimse benim kadar sevmemis seni!

Faruk Nafiz Camlibel - 1920
0 yorum

ŞİMDİ SEN SU OLDUĞUNU DÜŞÜN

Şimdi sen "su" oldugunu düsün. Su kadar özel, su kadar faydali ve su
kadar çok, tükenmez... Inaniyorum ki gerçekten de öylesin. Ama ister
çesmelerden dökül, ister göklerden yag, ister nehirler dolusu ak; dibi
olmayan bir kovayi dolduramazsin. Yani Seni dinlemeyenlere sesini
duyuramazsin... Unutma; Daha çok bagirdiginda daha çok dinlenmezsin...
Gürültünün parçasi olursun sadece!.. Suyun yaninda olanlar suyu en az
içenlerdir. Çünkü; "su nasilsa burda, lüzum yok ki suyu kana kana içmeye"
diye düsünürler... Aynen, sesini sürekli duyanlarin seni dinlemedikleri
gibi!
 
Ormandaki hiç bir hayvan, irmagin gürültüler koparan yerinden su içmeye
çalismadi simdiye kadar. Hepsi, hep sabahin en sakin anini bekledi; suyun
durgun yerlerini bulabilmek için. Gittiler ve sakin sakin ihtiyaçlarini
giderdiler; Onlar için en uygun olan, kendi istedikleri zamanda...
 
Sen, hep bir su oldugunu düsün. Su gibi güzel, su gibi yararli, su gibi
vazgeçilmez... Ve su gibi hayat kaynagi oldugunu düsün. Ama su gibi
yasatici ol;Su gibi yikici, sürükleyici ve öldürücü degil!.. Sen bir su
ol... Ama rahmet ol; Afet degil ! Su isen tarlalarini basma insanlarin,
yuvalarini yikma, ocaklarini söndürme; Sana "felaket" denmesin! Su isen
bir bardaga sigabil ki; Damarlara giresin!.. Su; Yüce Mevla'nin insanlar
için yarattigi en büyük nimetlerden biri... Unutma; Ve suya benzedigini
unutma. Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi faydali, su gibi lüzumlu ve
su gibi bitmez-tükenmez oldugunu da unutma. Ayrica su gibi sakin
labilecegin gibi, su gibi de "kiyametler" koparici olabilecegini
unutma... Unutma; Senin isin rahmet olmak, afet degil! Vadiler varken
önünde ve ovalar varken, yayilabilecegin; Küçük irmaklara ayirabiliyorsan
kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, hayat verirsin çevrene. Ve
yasayabilirsin dünya dönmesine devam ettigi müddetçe.Yoksa hep
duyulmayan, dinlenmeyen; korkulan ve kaçilan olursun seller, afetler
gibi. Tercih elindeydi hep ve hep de "senin" ellerinde olacak... Ya
tutmayi ögreneceksin dilini; veya hiç urmadan konustugun için, sadece
bombos ve anlamsiz sesler çikartan birisi oldugunu zannettireceksin
çevrendeki insanlara! Ama yapman gereken su, degil mi; Düsüneceksin ne
zaman ne söyleyecegini. Düsüneceksin kimin dinleyip dinlemedigini, kimin
anlayip anlamadigini. Düsüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarini
anlatabildigini... Hatta anlayanlarin anladiklarinin da senin
anlattiklarinin ne kadari oldugunu düsüneceksin... Ve konusmak için en
uygun zamani bekleyecek, en az ama en uygunkelimeleri seçmeye
çalisacaksin...Ahmak olmayan yolcularin, önceden aldikari biletleri
ceplerinde oldugu halde, saatlerini kontrol ederek, vakit yaklastiginda,
vapurun kalkacagi iskelede hazir olmalari gibi, sen de fikrini
bindirecegin kisinin "kiyiya yanasmasini" bekleyeceksin!.. Demeyeceksin;
"Ben canim isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek
zorunda!.." Demeyeceksin; "Ben aklima geleni aklima geldigi biçimde
söylerim. Karsimdaki de degil duymak, degil dinlemek,anlattigimdan bile
fazlasini anlamak zorunda!.." Keske öyle olsaydi. Keske hakli olsaydin,
ama maalesef degil...
 
Agzini açip "Selaleden dökülen suyu" içmeye çalisan bir tavsan gördün mü
hiç?.. Veya önüne çikan agaçlari dahi sürükleyen bir selden susuzluk
gidermeye ugrasan bir ceylan gördün mü? Kaplanlar bile içebilmek için
suyun durulmasini bekler; Beyni olan her yaratik gibi! Hadi... Sen simdi
"su oldugunu" düsün, ve kendini  "su gibi" hisset... Su gibi özel, su
gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararli... Su gibi hayat kaynagi ve
su gibi bitmez-tükenmez  oldugunu hatirla...
 
Ama yine su gibi "bir küçük bardagin içine"  sigdir ki kendini;
Girebilmeyi ögren insanlarin damarlarina. Hayat ver... Vazgeçilmez ol!!.
  
ALINTI.
0 yorum

Susuz evde vefat etmek…


    
İstanbul günümüzde dahi bir su problemi içerisindedir. Bu problemin çaresi asırlar önce Kanuni zamanında, Mimar Sinan'ın günlerinde konuşulmuş ve en büyük çare Sinan'la bulunmuştur. İstanbul'un o günkü nüfusu çoğalınca Kanuni Sultan Süleyman, Sinan'ı çağırır, der ki:
"Mimarbaşı, halkımız su ihtiyacı içinde. Bir at yükü suya çok miktar akçe ödüyorlar. Acaba halkımızın bu su ihtiyacını karşılamak için birşeyler düşünmez misiniz?"

Mimarbaşı der ki:

"Sultanım siz müsaade buyurun, ben İstanbul'un çevresini bir dolaşayım, dışarıda mevcut sulan İstanbul'a getirmenin mümkün olup olmadığını bir inceleyeyim ve ondan sonra size bir cevap veririm."

Ve Sinan Ağa atına biner, yanına yardımcılarını da alır, Çekmece'den başlayarak kıyılan dolaşır, Beşiktaş'a kadar istanbul'un kıyılarında, dereleri, akan sulan tespit eder. Bu suların önü örüldüğü, baraj yapıldığı takdirde nereye kadar yükselir, nereden nereye kemer yapılarak İstanbul'a getirilebilir, bunun günlerce hesabını yapar ve Kanuni'nin huzuruna çıkar. Sultan sorar:

"Mimarbaşı, İstanbul'a su getirmek mümkün müdür?" Mimarbaşının cevabı:

"Beli sultanım, mümkündür. Ancak çok ağır bir şartı var."

"Nedir o mimarbaşı?"

"Sultanım, altın dolu keseleri uç uca dizmek şartıyla ancak İstanbul'a su gelebilir."

Kanuni'nin cevabı şu olur:

"Mimarbaşı sen İstanbul'a su getirmenin mümkün olup olmadığını söyle. Eğer mümkünse ben keseleri uç uca değil, yan yana dizmeye razıyım."

Bunun üzerine Mimar Sinan kolları sıvar ve İstanbul'un dışındaki sulan Kağıthane civarında belli yerlerde toplar, oradan da dere içlerine büyük geçitler yaparak İstanbul'a getirir ve şehrin belli meydanlarında umumi çeşmeler yaparak suyu akıtır. Bu çeşmelerin tamamı da kırkı bulur. Ve Kırk Çeşme suları akmaya başlar.

O güne gelinceye kadar, musluk gibi bir adet olmadığı için sular boşa akıp gitmektedir. O gün çok pahalıya mal olan suyu artık bostanlara, yollara akıtmak istemiyorlar ve ilk defa İstanbul'da lüle dedikleri musluğu çeşmelere koyuyorlar.

Su böylesine pahalıya geldiği ve kıymet kazanmaya başladığı için Kanuni bir ferman çıkanr, der ki: "İstanbul meydanlarındaki umumi çeşmeler halkın malıdır. Hiç kimse bu çeşmelerden gizlice yeraltından evine su alamayacaktır."

Bu umumi kaidenin bir istisnasını da koyar Kanuni. O da özel olarak Sinan'a iletilir. Denir ki: "Sen İstanbul'a böylesine güzel bir çalışma sonunda kırk çeşme sularını getirdin. Sen evine özel olarak bir lüle su alabilirsin."

Ve Süleymaniye civarındaki meydan çeşmesinden Sinan'ın evine özel olarak yol yapılır ve su akıtılır. Böylece Mimar Sinan evinde özel suyu olan tek kişi olur.

Mimar Sinan Şehzadebaşı Camiini, Süleymaniye Camiini ve Edirne'deki Selimiye Camiini yaptıktan -sonra yaşlanır. Devir hep öyle geçmemiştir. İtibarının yüksekte olduğu devirde, kendisinin kıymetini takdir edenler bir bir bu dünyadan göçmüşlerdir. Kanuni vefat etmiştir, yerine başka padişahlar geçmiştir. Ve Sinan 99 yaşına gelmiştir. Çevresindeki dostları göçtüğü için de kendisi istanbul'da adeta yapayalnız kalmıştır. Ve yeni bir nesil yetişmiştir.

Bir gün Sinan'ın kapısına birisi gelip dayanır. Kapıyı çalar. Sinan bastonuna dayanarak kapıyı açar, "Buyurun" der.

Gelen meçhul ihsan, "Ben Topkapı Sarayı postacısıyım. Sizi divana çağırıyorlar. Herhalde bir soruşturmaya tabi tutulacaksınız" der.

Sinan Ağa, bu ihtiyar halinde, dostlarının tümünün göçüp gittiği, kendisini eserleri inşaat halindeyken görenlerin kalmadığı bu ihtiyar dünyada, "Acaba Topkapı Sarayına niye çağırılıyorum?" diye bastonuna dayana dayana gider.

Saraya girer, orada bir soruşturma heyeti kurulmuştur: Kadılar, ulemalar, müftüler, o günün vükelası. Sinan'a şöyle derler: "Sinan Ağa, hakkında şikayet var. Eve su almak yasak olduğu, hiç kimse evine özel olarak su almasın' diye padişah fermanı olduğu halde, sizin evinizde özel su varmış."

"Evet," der, "Cihan Padişahı bana öyle özel olarak müsaade etmişti. İstanbul'a yaptığım, su hizmetinden dolayı sadece benim şahsıma su müsaade etmişti de almıştım."

"O zaman şu müsaadenizi, fermam görelim de ses çıkarmayalım. Kimseye verilmemesine rağmen, sizinki devam etsin."

Sinan'ın cevabı şu: "Ben o zaman Cihan Padişahından ferman istemekten hicap etmiştim. Fermanım falan yok, ama su benim evimde akıyor."

Divan müşkül durumda kalır, konuşmalar olur: "Sinan büyük hizmetler etmiştir, evinde suyu aksın." Oradan başkaları cevap verir: "Bu Âl-i Osman'a hizmet eden sadece Sinan mı? Sinan gibi daha nice hizmet edenler vardır. Ya onların da evine özel su verilsin, ya da Sinan'a da bu ayrıcalık tanınmasın."

Divanda uzun münakaşalar olur, son olarak verilen karar şudur: "Sinan gibi diğer hizmet edenlerin de evine su bağlanamayacağına göre, Sinan'a verilen su kesilmeli, fakat şimdiye kadar kullandığı su fermansız kullandığı için bir cezaya mucip olmamalıdır."

Ve bu karardan sonra Sinan evine gelir. Üzgün, bezgin, fakat fazla müteessir değil. Çünkü Sinan hizmetini Allah için yapmıştır. Kendisine bir ayrıcalık tanınsın, özel bir mükafat verilsin diye değil.

Ve Sinan 100 yaşına girerken hastalanır yatağa düşer. Vefat sırasında bir bezi suya batırıp da dudağına çalmak isterlerken bakarlar ki, evindeki musluktan su akmıyor. İstanbul'a su getiren Sinan, susuz evde vefat eder. Vefat sırasında bu olayı başında konuşanlara verdiği cevap enteresandır:

"Biz hizmetimizi dünyada bir bardak suya satacak kadar menfaat düşkünü değiliz. Biz hizmetimizi Allah için yaptık ve mükafatını da ahirette bekliyoruz. Dünyada evimize su verilmediği için müteessir değiliz."

Ölümlü dünya da ölümlü yaşamalıyız. Yaptığımız hizmetlerde bir amaç olmalı. Allah için yapmak, O’nun için hizmet etmek ne yüce bir şey. Yaptıgımız hizmetlerin bu dünyada karşılıgını görebiliriz. Fakat bu karşılık yaptığımız hizmetin karşılığı değil Allah’ın bize hediyesidir diye düşünmeliyiz. Allah bu hediyeyi verdiği gibi geri de alabilir. Veren de O alanda. Bizim elimizden buna inanmak gelir. Usta Sinan’ın hizmetin karşılığını ahirettte beklediği gibi bizde ahirette alacagımız karşılığı düşünmeliyiz. Bundan daha önemlisi ise Allah için hizmet etmeliyiz. Boş durarak, birilerine yalakalık yaparak, kendi dünyevilik çıkarlarımız uğruna boş işlerde koşturmamalıyız. Allah'a dayanmalı, Allah'a güvenmeli ve yaptığımız hizmetleri de Allah rızası için yapmalıyız. İnsan bu durum karşısında hayıflanmaktan da kurtulamıyor:

"İstanbul'u suya kavuşturan Sinan susuz evde vefat ediyor."

 
; Sayfa Başına Dön