5 Aralık 2014 Cuma 0 yorum
girdabın ortasında
toz bulutlarının içindeyim iliklerime kadar
gökyüzü karar verememişken kendi rengine
rengimi boyamışım siyahın en karasına
sürüncemede kalmış bir yanım sarsıyor bedenimi
sarsıyor ufkumun derinliklerini
suskun ama sessiz olamayan ruhumun 
musalla taşına meyletmiş dillerini 
ücra bir köşede bekliyor azrailim
çıkmaz sokakların kuytuluklarında
suların genleştiği kutup noktasının soğukluğunda
belki güneşin gölgesinde:
belki de manyetizmasını şaşıran bir pusulanın kadranında
kaderimin çizgisinden kaçarken yarınlarım
yüzlerce metre yüksekte, 
ipte salınan bir cambaz oluyorum bazen
ve kederimin orta yerinde buluyorum kendimi

yağmurlarla kucaklaşırken avuçlarım
bedenimin ilikleri çözülüyor bir sonbahar sabahında
düğmelerim kopuyor rüzgarların şiddetinde
savruluyorum asırlık bir çınarın koynuna
bir çizik de ben atıyorum gövdesine
ve kusuyor gözlerim kinini

bu mu lan hayat 
çocukların öldüğü dünya mı güzel!!


0 yorum

Yaşlı Çocuk

Eğer güneş görseydi
Kıskanır mıydı geceye gülümseyen gözlerini….


Çocuklar çocuk , çocuklar
Nefret ettiğim insanlardan , insanlıktan herhalde ruhuma miras kalan en değerli şey.  Kaybettiğim değerler arasından nasıl sıyrıldı bilmiyorum. 
Kalbimin küllerinden doğmuş bir sevgiliydi çocuklara duyduğum sevgi.
Karşılıksız  bir duygu galiba bu

Merhametsizliğim , onları üzene
Zekaları tartışmasız bizden üstün
Hayal güçleri sınırlarımızın çok ötesinde

Mavi treni olan küçük kızın hikayesini biliyor musun sen ,  bugün o kızın küçük kardeşinin doğum günüydü.
Yaklaşık 4 ay önce  koruyucu bir aileye verilmiş.  Anaokuluna başlamış , hem de benim anaokuluma.
Çocuk anılarımı attım çantama düştüm yola. Umurumda değildi kaçırdım dersler , görmeliydim onu.

Kapıdan girdiğim zaman , küçükken koşuşturduğum koridoru gördüm , beni almaya gelen amcamın büyükbabamın durduğu kapıda durdum. 
Korku vardı içimde , yüzünde mutluluğu görememe ihtimalinin verdiği korkuyu hissediyordum. Mutlu muydu acaba yeni ailesiyle , özlüyor muydu ablasını , arıyor muydu arkadaşlarını…


Perde vardı yine kapıda ,  topladım cesaretimi çaldım kapıyı.
Gülümseyen bir anaokulu hocası karşıladı beni. Anlattım derdimi , sağ olsun kırmadı beni.
” Can ” diye seslendi , hareket yoktu. ” Can ”
Kapıya çevrilen bir baş gördüm önce , sonra gözler. Beni işaret eden hocasına baktı , göz göze geldik.  Oyununu böldüğüm için kızdım kendime , beklemeliydim. 
Gittikçe ablasına benziyordu..


- Merhaba Can

- Merhaba abi.

Çocukların utangaçlığı kadar  sevimli bir şey görmedim daha. Yerinde sallanıp konuşmanın devam etmesi için gereken cümleyi söylememi bekliyordu.
Soramadım nasılsın diye , iyi misin diyemedim. Kalbimin aynası çatlaktı , ona sahte bir gülümseme veremezdim.  


- Doğum günün kutlu olsun küçük adam.

- Teşekkür ederim. 


Tek cümlelik cevaplar korkutuyordu beni. Ablası geliyordu gözümün önüne , yurda girdiğim zaman mutlulukla beni karşılayan gözlerini görüyordum gözlerinde. 
Sessizlik bir çocuğa hiç yakışmıyor , bırak dedim içinden dertlerin benim olsun , unuttuğum mutluluklar senin. Hadi gel hemen burada takas edelim. Ben sana gülümsemelerimi vereyim sen bana gözyaşlarını. Atmam söz , saklarım.


Çantamdan çıkardığım hediyesini verdim. Boynuma sarılıp tekrar teşekkür etti ve gitti. Zorlamadım , belli ki utanıyordu. 



Kapıdan çıkmak üzereyken öğretmen arkamdan seslendi. 

Yanlış anlamayın ama dedi , ailesinden başka onu ziyarete gelen tek kişi sizsiniz. Vaktiniz varsa size bir resim göstermek istiyorum. Bu resmi geçen hafta yaptılar , hayatında ki en mutlu anı çizin dedim , Can bu resmi yaptı. Sanırım bu  adam sizsiniz.


Donsaydı yeryüzü ancak bu kadar hissizleşebilirdim 
Ancak bu kadar acıyabilirdi kalbim
Ablası - ben ve o
Elimde siyah bir şey veriyorum ablasına , ablası sarılıyor. Can uzaktan bizi izliyor , ablası gülüyor. 
Ablasının gülümseyişiymiş onun en mutlu anı….


Teşekkür ettim kapıya yürüdüm. Bak arkana dedim kendime, dön ve bak ona. Son vedası olmadan el salla , bir hoşçakal de. Sarılır belki yine sana

Döndüm.

Baktım uzaktan , kaldırdı başını. Gülümseme oturdu yüzüne , el sallamaya başladı.

Tıpkı , ablası gibi
Benim adım
Ece’nin Mavi Treni….



0 yorum

Yabanmersinli Turta Azizliği


Gördüm
Gördü
Birbirimizi gördük ama hiç görüşmedik işin aslında.
An, bi tesadüf eseri trafik ışıklarında karşılaşanlarınkinden farksızdı,
An, kazara bi fırça darbesinden evrilmiş alalade sanat eseri kadardı,
An,yaban mersinli turtanın içindeki eser miktarda kanyaktı..
Kokusu, tadı, belirsiz, isimsiz ve cisimsiz,
Ve turtanın tüm yükü lezzeti güzelliği zayıf omuzlarında..

Tariflendirmenin zorluğunu tartıştık,
Geç oldu elbet, gitmek istedik; birlikte..
Arayı açmıştık, kapadık önce.

Sonra arayı farklı yönlere çekince ara hepten düştü.
Arayı bölüşmüştük bölüşmesine ya, düşmüştü işte.
Düşaçısı dik olmayınca,
Yerçekimi yoksunluğundan olacak 
Ara, paramparça, havada asılı kaldı öylece..

An kadar olmasa da ara da tatlıydı,
Lezzeti çürümüş gürültücü çilek tatındaydı,
Bayat kahve gibi bi kokusu ve limon küfü rengi vardı.

…Bi’gün ayna kırılır da, kırıkları havada asılı kalırsa..
Ve sen kırıntılardan birine yeterince odaklanabilirsen..
Zamanın kırıklarını görebilir ve paralel evrene sanisenin milyonda biri kadarlık bi aralıktan bakabilirsin..
O aralıkta koca bi’ ömür geçer.. Bu boyut değişikliğinden kaynaklı bi zaman uyumsuzluğudur.
Geri döndüğünde hatırladıkların an kadardır, bilemez, hatırlayamaz, yalnızca hissedersin..
Belki ahir ömründe gördüğün milyonlarca rüyadan birkaçı baktığın evreninden anılardır..Belki hiç bakmadıklarının sana bakarken bıraktıkları izlerdir.. Bilemezsin! 
Bu ‘zaman hışmı’dır ve ‘zaman aşımı’ndan milyon kat daha çok acıklıdır...



0 yorum

GÜN IŞIĞINI VER YALNIZLIĞIMI AL

       
    
       Ver elini sevgili okur, seninle bundan yirmi yıl öncesine gidelim. Belki birkaç yıl sonrası belki birkaç yıl öncesi, içerisinde kömür ya da odun sobalarının bulunduğu bacasından ince dumanı tüten sıcacık evlerin zamanına…
       Hatırlıyorum, hanemizin her bir odasına eşit dağılımla sıcaklığı böldüğü gibi bizi de bölen kalorifer sisteminden öncesi, gürül gürül yanan ateşiyle bizi bir odaya toplayan kömür sobasının olduğu sıcak zamanlar…
       Rahmetli babam hesap edememiş kaç çocuğunun olacağını, haliyle ‘Başımızı sokacak bize ait ufak da olsa bir yer olsun.’ demiş, eline geçtikçe parça parça inşa etmiş iki odalı evimizi. Sonraları annemin duasının tesiri olduğunu da fark ettik tabi. Hep ‘İki oda olsun benim olsun.’ dermiş.  Şimdilerde ‘İsterseniz detaylı isteyin. Hazinesi en geniş olan da verecek olan da O.’ der annem.  
       Bir elin parmakları kadar çok kardeşiz biz. Kalabalığı asla külfet değil, daima neşe olan. Kışları sobanın olduğu tek odada hep beraber kalırken de, sayılı olan eşyalarımızı paylaşırken de. O zamanlar kütüphaneli bir karyolamız vardı, bir divanımız, bir de yerde el dokuması bir halımız. Evin bir köşesinde de soğuk kış günlerinin olmazsa olmazı sobamız. Üzerinde sabahları ekmeklerin akşamları ise kestanelerin kızartıldığı, bazen ateşinde bir tas kuru fasulyenin fokurdadığı, çoğu zaman da boş kalan yeri alan güğümden düşen damlaların tısladığı… En çok da mandalina kabuklarını üzerine koyup odayı saran doğal parfüm kokusuna bayılırdım çocukken. O zaman oda spreyleri yoktu tabi. Sinsice ciğerimize işleyen kimyasallardan nasıl korunacağız diye düşünmezdik. O zamanlar televizyon da yoktu, bizi birbirimizden ayırıp örümcek ağı gibi evimizi saran teknolojik kablolar da. Babam bizi etrafına toplar, kitap okur, kıssalar anlatırdı. Sıcacık cümleleriydi bizi sarıp sarmalayan.
         Evet, belki eşyamız azdı ama muhabbetlerimiz, birlikte geçirdiğimiz zamanlarımız vardı. Ne yeni aldığımız perdelerin yaldızlı işlemeli berjerlerimize uymama sıkıntısı, ne biten şarjlarıyla iletişimimizi koparan teknolojik aletlerin tasası, ne de kalabalıklar arasında yalnızlığı hissettiğimiz vardı. Artık yalnızlık büyük kent toplumunun alışılageldik bunalımı. 
      Öylesine kaptırmışız ki kendimizi su gibi akan zamanın telaşına, hem bu akışa yetişememekten huzursuz hem koşturmaktan yorgunuz. Öylesine kaybolmuşuz ki fazla eşyaların, gereksiz işlerin içinde, benliğimizi bile unutur olmuşuz kimi zaman. Bırakın etrafımızda olan biteni duyup görmeyi ya da sevdiklerimizle hasbihal etmeyi, kendimize ayıracak vaktimiz bile yok. Bakın, bir telaş kendini eve atan, aynı oda içindeki eşler yalnız, aile içinde çocuklar yalnız, çocuklar okulda arkadaşları arasında  yalnız, sokakta iğne atsan yere düşmeyen caddede insanlar yalnız. Ama asıl bir tutam nefese muhtaç savaş beldelerinde masumların umutları yalnız, üzerine yağmurdan çok mermi yağan çocukların elleri yalnız, parasını nereye harcayacağını şaşırıp bunu dert edinenlerin yanında evine ekmek götüremeyen fakir babanın acısı yalnız… 
     Bir de koca koca gökdelenlerin arasında kalmış, bahçesinde artık çocuk sesleri çınlamayan, ışığını örten betonlar yüzünden çiçekleri açamayan, kendine has havasını kaybetmiş, eskinin mütevazı şimdinin harabe evleri yalnız. Biz ne güzel yan yana ve çokluk yaşıyorduk, bizi üst üste ve teklik yaşamaya mahkûm ettiler. İşte bu yüzden kahrolsun yüksek binalar! Bir de güneşimizi çalıyorlar… 
TURUNCU / Aralık
2 Aralık 2014 Salı 0 yorum

MEKTUP

“Merhaba gönlümün çiğ damlası” diye başladı mektubuna. Hitap ederken özellikle bu cümleyi seçmişti, çünkü gönlüne gelişi buz gibi, gidişi alevler içinde olmuştu. Tıpkı bir çiğ damlası gibi , günün en ayaz saatinde gelmişti gönlüne. Ve güneşin doğduğunu sandığı esnada buhar olup gitmişti ondan. Nasılsın diyemedi , neler yapıyorsun diyemedi. Elinde kalemi ile bekledi gün ağarana dek. Uzak kalmanın gönülleri uzak kılmaya mani olmadığını biliyordu. Gönlüne hoş gelecek şeyler düşündü, aklına bir sürü şey geldi… Yazamadı hiç birini. Korktu, üstelik çekindi. Ne sıfatla yazabilirdi ki, Ayrıydılar işte. Kaskatı buz soğukluğunda bırakıp, alev alev bir öfkeyle sırt çevirmişti. Kalktı, elini yüzünü yıkadı , yırttı, attı kağıdı…
“Merhaba gönlümün derin yarası”diyerek başladı bu defa. Sitemkar, bir o kadar da yakınlık belirten bir cümleydi. Hem onun ne kadar değerli olduğunu anlatacaktı, hem sitemini ifade edecekti. Sevmiş miydi acaba beni diye düşündü kendince. Aklına kötü ihtimal gelince vazgeçti düşünmekten..  “ kalbimi avuçlarına teslim ettim kanadı kırık bir kuş misali. Çaresiz,yaralı, sana muhtaç…  Yokluğunda  bir tebessüm dileniyor yüzüm şimdilerde. Suratsızlığıma bakıp dostlarım konuşmaktan çekinir oldular. Aynalara bile sevimli bakamayan gözlerim her imsak vakti seni arıyor. Zaten geç uyurum hep bilirsin. Son zamanlarda uykum bana ; senin gibi , kendisinin de bir gün beni terk edeceğini fısıldıyor. Ona söylesen , bari o gitmese olmaz mı? Geceler zaten eli kanlı bıçaklı serseri gibi karşıma dikilip dünde kalan hesapları soruyor her gün güneş doğana kadar. O da giderse daha zor olacak geceyle imtihanım. Hem ben onu incitmedim ki, ben sadece seni kırdım, o niye gitmek istiyor onu da anlayabilmiş değilim ya hoş… Neyse… bu gün karşı komşumuz varlığımdan haberdar olmuş olacak ki bir kâse çorba getirdi akşamüzeri. Kızma ne olur içemedim. İştahım yok ki, hem biliyor musun midem bedenimden ağır gibi hissediyorum son zamanlarda. Hastahaneye gittim, gastrit filandır diye düşündüm. Doktor beni psikiyatri servisine sevk etti. Çok saçma değil mi, mideye psikiyatri bakmaz ki… konuyu saptırdım bak yine, aslında bu kadar uzun yazmayacaktım. Ama bunu yazabilene kadar tam 2 top kağıt zayi ettim biliyor musun? O yüzden lütfen benden geldiğini görünce yırtıp atma hemen. Biliyorum, kesip atmayı ne kadar iyi bildiğini ama bu kez yapma. Son kez en azından… Konuyu geri dön demeye bağlayacaktım halbuki. Bak olmadı onu bile beceremedim. Haklıydın aslında, ben hiçbir şeyi beceremeyen bir varlığım. Ama ne yapayım, kendimi mi öldüreyim başaramıyorum diye bir şeyleri.. hoş sana kalsa bu öfken geçmediyse eğer öldür de kurtulayım dersin biliyorum da …. Neyse, muhabbet kuşumuz nasıl? Konuşmayı öğretmek için defalarca aynı kelimeyi tekrarlayışın geliyor gözümün önüne. Nasıl özledim bir bilsen… Şey, Aslında muhabbet kuşları yerini yadırgamış. Öyle diyorlardı geçen otobüsteki teyzeler. Konuşurlarken duydum. Hani diyorum, ikiniz de gelseniz? O sana çok alıştı, onu bırakman bir şeyi değiştirmez. Sen de onunla kalmalısın. Bak hayvancağıza yazık olur, vicdan azabı çekersin söyleyeyim. Yoksa başka niyetim yok gerçekten. Bak istersen ben salonda da uyurum , seni de rahatsız etmem . Ama oralar soğuktur hem şimdi.. kendimden bilirim, insanın içine işledi mi bir daha bırakmaz peşini. Cüzzamlı gibi her daim hasta olursun… Hadi sol kaburga kemiğim. Gel, yazıktır bak kuşa, ne olur hadi gel…”
                Ertesi gün postaya verecekti mektubu.  Katladı, koydu yastığının altına. Kar yağıyordu dışarıda ama bedeni alev alev yanıyordu… Mektubu aldı, balkona çıktı salıncağa oturdu biraz. Düşen her bir kar tanesine bakıp onunla ilgili bir anıyı hatırlamaya çalıştı. Bir… iki…üç… derken uykusu geldi oracıkta. Elinde yazdığı mektuba baka baka, ve kar tanelerinden hayal kura kura uyuyakaldı.
                Gün doğdu, öğlen oldu. Güneş küsmüş gibi zerre sıcaklık vermiyordu. Kıştı. Dondurucu soğuk vardı… o mektubun yazıldığı evin önünde ise bir polis arabası ve bir ambulans. Bir de donmuş bir ceset vardı,  elinde beyaz bir kağıda özenle yazılmış olan bir mektubu sıkıca tutan….


0 yorum
Bir Elif Miktarı
buz gibi hava
karlar dans etmekte yarışırcasına
süzülürken vuslata doğru
öyle zarif
öyle bembeyaz
öyle sevinçli
bilseler oysa
vuslat demek; yanmak demek
bilseler oysa
umutla koştukları aslında ölüm
bilseler severler miydi böyle körüne
bilseler yine kucak açarlar mıydı sonsuzluğa
bilseler kavuşmak sade bir elif miktarı
bilseler 
ah bilseler
onlar bilmedi hiç
peki ya biz
ya ben
bile bile vardım çöllere su’yum olmadan
bile bile yaktım yüreğimi gözlerinin karasında
bile isteye kapadım gözümü kulağımı her sensizliğe
ve şimdi
şimdi yine bile bile acı’lardayım
yine sarılıyorum gözyaşlarımın 
buruk tuzlu tadına
soğuk ıslaklığına
genzime dolan hıçkırıklarına
peki ya sen
zerre haberin var mı onca fırtınamdan
boğulan sevdamdan
göçük altında kalan güvenimden
acaba diyorum sonra
sen de sevmiş miydin beni
bir elif miktarı..
acaba
geliyor muyum hiç aklına
bir elif miktarı..


0 yorum
Hava soğuk.
Tak kulaklıkları.
Dışarı çık.
Üşü.
Yürü.
Daha çok üşü.
Daha çok yürü.
Üşüdükçe yürü.
Yürüdükçe, düşün.
Olmak istediğin kişiyi düşün.
Olduğun kişiyi düşün.
Sahip olduklarını düşün.
Senin olmayanları düşün.
Sevdiklerini, sevmediklerini düşün.
Kazandıklarını, kaybettiklerini düşün.
Söylediğin, söylenen yalanları düşün.
Seni terk edenleri, terk ettiklerini düşün.
Artık hayalini kurmadığın o hayatı düşün.
Ne kadar kolay vazgeçtiğini düşün.
Bir daha kimseyi sevemeyeceğini düşün.
Saatlerce düşün ama hiçbir şey düşünmediğini fark et.
Eve dön.
Aynaya bak.
Sol gözün kızarmış.
Demek ki ağlamak istemişsin farkında olmadan.
Ne zaman ağlamak istesen, sol gözün kızarır çünkü.
Aç sıcak suyu, gir altına.
Soğuktan donan vücudun sıcak suyun altında uyuşsun.
Kemiklerin sızlasın.
Acıya aldırma.
Düşün.
Yeniden düşün.
Ardından el salladığın otobüsleri düşün.
İnsanları düşün.İhanetleri düşün.
Bir zamanlar hayallerin olduğunu düşün.
Bir zamanlar mutlu olduğunu düşün.
Mutluluğun nasıl bir his olduğunu unuttuğunu düşün.
O adamı düşün.
O adama asla sarılamayacağını düşün.
Şimdi çık sıcak suyun altından.
Çık ve yaşa.
Ve yaşadığın bu şeye ‘hayat’ de.
Hep aynı şarkı çalsın kulaklarında.
Hep aynı yerden yansın canın.
Ama sen yine de hep, ‘hayat’ de.
Çünkü hayat, güzel rüyalarından haricinde kalan acımtırak zaman dilimi.
Çünkü hayat, hayat işte.
Çünkü hayat, hep böyle.



 
; Sayfa Başına Dön