Şems Friedlander New York'ta
doğup büyümüş on parmağında on marifet olan bir sanatçı ama o en çok 40 yıl önce İnayet Khan,
ardından Cerrahi Şeyhi Muzaffer Ozak'la adım attığı tasavvuf dünyasındaki
çalışmalarıyla tanınıyor. Sonradan İslam’ı seçen
Friedlander yaptığı işlere Müslüman kimliğini de yansıtmaya özen gösteriyor.
Bugüne kadar dokuz kitaba imza atan Şems Friedlander tasavvufu sadece
kitaplarında değil resimleri ve fotoğraflarında da anlatıyor. Çizim ve
fotoğrafları arasında Türk dervişleri de olan sanatçının bu tablolar New York,
Kahire, İskenderiye ve Dubai'de sergilenmiş. En son çektiği 'Faysal: Bir
Kral'ın Mirası' isimli belgesel filmi ise Kasım 2012'de Londra'daki BAFTA
Tiyatrosu'nda ve Chagrin Falls Belgesel Film Festivali'nde gösterildi. Shems
Friedlander başta Mekke, Medine, Kahire ve İstanbul olmak üzere bütün
Ortadoğu'da muhtelif şeyh efendilerden feyz almış. Kraliyet İslami Araştırmalar
Enstitüsü tarafından Sanat ve Kültür alanında 2012'nin 'En Etkili 500
Müslümanı'ndan biri seçildi. Kahire'deki Amerikan Üniversitesi'nde görsel
iletişim alanında profesör olarak ders veren Friedlander, dönüşümlü olarak
Kahire ve İstanbul'da yaşıyor. Yazar, sufi mecaz ve kıssalarından yola
çıkarak yazdığı, modern zamanların insanını psikolojik bir uyanışa ve modern
hayatın uyuşturucu etkisinden kurtulmaya çağıran "Toynak Sesini Duyunca
Zebra Gelsin Aklına" kitabıyla Türk okuyucusuyla ilk defa buluştu.
Sufizm ile nasıl tanıştı? Kendisini sufizm öncesi ve sonrası ile nasıl kıyaslıyor?
Dokuz yaşındayken; gençliği, üniversite yılları ve yetişkinliği boyunca onu etkileyen ve kalbine dokunan iki satırlık bir şiirle karşılaştı. Anonim bir şiirdi fakat ileriki yıllarda, karşılaştırmalı din çalışırken, bu satırların İranlı Sufi Şair Hafız tarafından yazıldığını keşfetti. Bu mısra şöyleydi:
Ayakkabılarım yok diye üzülüyordum
Ayakları olmayan bir
adamla karşılaşana dek.
Bu şiir kırılma
noktası oldu. Yetişkinliğinde,
Çeşti Tarikatı Şeyhi Hazret İnayet Khan'ın oğlu Pir Vilayat İnayet Khan'dan
sufizmi öğrendi. Bu yol daha sonra onu İstanbul'dan Halveti-Cerrahi Şeyhi
Muzaffer Ozak Efendi'ye yöneltti. Bildi bileli "hakikati arayan"
biriydi ve pek çok büyük öğretmen ile çeşitli yollar üzerinde çalıştı. Şeyh
Muzaffer Efendi ona İslam başta olmak üzere sayısız kapı açtı. Onunla İstanbul'dayken,
Amerika'ya döndüğünde ya da o Amerika'ya geldiğinde ve akabinde İstanbul'a
döndüğünde kendini kalbimde "bilginin bir buz saçağı" ile terk
edilmiş hissetti ve kalbinin sıcaklığına göre bu buz saçağı erimeye başladı.
Bilmediğini düşündüğü şeyleri söylerken ve yapabildiğini bilmediği şeyleri
yaparken buldu kendimi.
1960'larda yaşadığı New
York'ta maneviyatla ve felsefeyle ilgilendi. Tasavvuf çalıştı, konferanslara
gitti ve 1970'te Konyalı Mevlevilerin Brooklyn Müzik Akademisi'nde bir semah gösterisine
katıldığını dile getiriyor. Semahtan sonra semazenlerle ve müzisyenlerle
buluşup, onları evinde çaya davet etti. New York'ta kaldıkları on gün boyunca
bu her gece tekrarlandı. Her gece semahtan sonra toplu olarak evime geldiler;
çay içtiler, biraz yemek yediler, müzik çaldılar ve sohbet ettiler. Onu
Konya'ya gelip Mevlana onuruna yapılacak semaha katılmaya davet ettiler ve bu olay,
Şeyh Muzaffer Ocak el-Cerrahi ile tanışmasına vesile oldu. Mevlevi müzisyenler
Nezih Uzel ile Kudsi Ergüner, dostu odular. Konya'dan ayrıldıktan sonra
Muzaffer Efendi'nin İstanbul'daki kitabevine gitti ve onu dükkânın bir köşesinde
namaz kılarken gördüğü anda, yolunun o olduğunu anladı. Bildi bileli "hakikati arayan"
biriydi ve pek çok büyük öğretmen ile çeşitli yollar üzerinde çalıştı. Şeyh
Muzaffer Efendi ona İslam başta olmak üzere sayısız kapı açtı. Onunla İstanbul'dayken,
Amerika'ya döndüğünde ya da o Amerika'ya geldiğinde ve akabinde İstanbul'a
döndüğünde kendini kalbinde "bilginin bir buz saçağı" ile terk
edilmiş hissetti ve kalbinin sıcaklığına göre bu buz saçağı erimeye başladı.
Bilmediğini düşündüğü şeyleri söylerken ve yapabildiğini bilmediği şeyleri
yaparken buldu kendimi.
Tasavvufla hem manevi olarak bir bağ
kurdu hem de filmini çekti.
Tasavvufla ilgili birçok film
yazdı, üretti ve yönetti. En bilinen filmi “Rumi, Aşkın Kanatları” filmidir. Bu
film dünya çapında film festivallerinde ve etkinliklerinde gösterildi. Yalnızca
Rumi Amerika'da en popüler şair olduğu için değil, içinde yaşadığımız dünyanın
kaotik, finansallaşan ekonomisinin ortasında insanlar hayatlarının anlamanı
anlamanın bir yolunu aradıkları için de, bu film iyi ilgi gördü. Bu “bağlantılı
kuşak”, kelimelerin çoğunu annesinden değil bir makineden öğrenen ilk kuşaktır.
Hem İstanbul'da hem Mısır'da yaşıyor. İki
aynı şehirde onu çeken şeyler neler oldu?
Hem İstanbul hem Kahire, iki
önemli Müslüman şehirdir. Gün boyunca müezzinin ezan sesini duyabileceği bir
yerde olmaktan hoşlanır. Kendinden ve gündelik hayatının olaylarından başka bir
şeyin ona hatırlatılmasını, kutsal bir şeyin hatırlatılmasını sever. Kahire şu
anda zor zamanlardan geçiyor; ama zamanla büyük bir şehir olarak yeniden ortaya
çıkacağına inancını koruyor. İstanbul dünyanın en güzel şehirlerinden biri
olduğunu dile getiriyor. Bir keresinde fotoğrafçı bir arkadaşıyla birlikte
kayıkla Boğaz'ı geçerken; “İstanbul'da olmak bir ayrıcalıktır” dedi. Aynı
fikirdeydi. İnsanın nerede yaşadığı değil, nasıl yaşadığı önemlidir. Çisti
Mutasavvıf Şeyh Hazret İnayet Han bir keresinde kendisine şöyle demiş: “Bazı
kimseler güzel bir yer arar, bazıları da bir yeri güzel yapar.”
“Toynak sesi duyunca zebra gelsin aklına”
ABD'de bir tıp
öğrencisiyseniz, 'Toynak sesi duyunca zebra gelmesin aklına' ifadesini
duyarsınız. Demek istenir ki, eğer bir hasta boğaz ağrısı, baş ağrısı ve burun
akıntısıyla size geliyorsa, daha fazla bir şey aramanıza gerek olmadığı
açıktır, çünkü bu kişi nezle olmuştur. Bu ifadeyi “Toynak sesi duyunca zebra
gelsin aklına” şeklinde değiştirerek şunu demek istediğini dile getiriyor:
Tasavvufta, görünenin dışında bir anlamın mümkün olabileceğini anlamaya açık
olmak gerekir. Daha derin bir anlam olabilir. Bu kitap, aslında New York'ta
küçük bir dinleyici çevresine Tasavvuf konusunda verilen bir dizi seminerdir.
BEDEN HEM KRAL HEM MEZAR
Kitabında “İçinde yaşadığımız bu beden hem
bir krallık hem de mezardır” diyor. Bedeni mezar ve krallık yapan nedir?
Beden bir mezardır; çünkü doğduğumuz andan
itibaren ölmeye başlarız. Başka bir düzeyde, “ölmeden önce ölünmeli” denilir.
Elbette bu fiziksel bir ölüm değil, bizi hayatımızın gerçek amacından
uzaklaştıran her şeyin bir ölümüdür. Bedene, “amellerimizin sandığı” da
denilmiştir. Beden bir krallıktır; çünkü içinde mucizeler vardır. Kafamızdaki
iki küçük yarıktan uzakları görme, kafamızdaki iki küçük delikten
kilometrelerce uzaktaki sesleri duyma mucizesi. Kalbimizdekini ifade edebilen bir
dilimiz var ağzımızda. Ve bu ağız iki sıra dişle kapatılır ve iki dudakla
mühürlenir; bu durum, konuşmadan önce biraz zaman ayırmamız gerektiğini
gösterir. Nefes aldığımız sürece, beden ruhu barındırır. Allah, nasıl
yaşanacağının sırrını ilk peygamber Âdem’in ismine yerleştirmiş. Arapçada bu
isim elif, dal ve mim harflerinden oluşur. Elif namaza duran adamı temsil eder,
dal oturmuş adamı temsil eder ve mim, secde etmiş adamı temsil eder. İlk
peygamberin adında Allah nasıl yaşanacağının sırrını göstermiş. Bize düşünebilecek ve Allah'ı kavrayabilecek bir
zihin verildi. Hadis-i Kutsi'de "Ben gizli bir hazineydim, bilinmek
istendim ve bilinmek için insanı yarattım" buyrulur.
Modern insanın geleceğe yönelik abartılı planlar mı yapıyor?
Modern insanın geleceğe yönelik abartılı planlar mı yapıyor?
İnsanın şu anı yaşaması gerektiğini düşünüyor. Geçmişteki deneyimlerden kesinlikle bir şeyler öğrenilebilir fakat geçmiş geri gelmeyecektir. Gelecek ise sadece bir hayal ve eğer gerçeğe dönüşürse, onun gerçekliği şu anda. Batı için İslam'ı en açık şekilde yorumlayan insanlardan biri olan Hassan Gai Eaton "Allah'ın isimlerinden biri El- Hak, Hakikat. Aynı zamanda bu 'gerçek' olarak da çevrilebilir. Allah'ı anmayan ya da Allah'ı zikretmeyen biri, “gerçek” ile temas halinde değildir ve “gerçek” olanla temasta olmayan birinden genellikle deli olarak bahsedilebilir.
"ANINDA İLETİŞİM, ANINDA BİLGİ; NE KADAR
DOĞRU?"
Kitabında insanları uyandırmak için sufi menkıbelerinden de yararlanıyor. Bu menkıbelerden hikâyelerden bir örnek:
Kitabında insanları uyandırmak için sufi menkıbelerinden de yararlanıyor. Bu menkıbelerden hikâyelerden bir örnek:
Şeyh Muzaffer Efendi’nin anlattığı psikiyatri hastanesinde bulunan bir doktorun hikâyesini örnek olarak verebiliriz.
Doktor hastanedeki
ilk gününün sabahında bütün hastaların bir kapının önünde sıralandığını ve
teker teker odada kimin olduğunu öğrenmek için anahtar deliğinden baktıklarını
görmüş. Herkes sıraya girmiş ancak sabırsızlıktan öne geçeni sürekli
itiyorlarmış. Bu sürekli böyle devam etmiş ve tekrar sıranın başına gelmek
saatler almasına karşın itildikleri andan itibaren sıranın sonuna gidiyorlarmış
ve yeniden uzun süre bekliyorlarmış. Doktor merak ettiğinden o da sıraya dâhil
olmuş. Birkaç saat sonra onun sırası gelmiş. Odanın içine bakmak için anahtar
deliğine eğilmiş. Boş bir odadan başka hiçbir şey görmemiş ve şaşırmış. O
sırada kenara itilmiş ve bir şey kaçırdığını düşünmüş. Tekrar sıranın sonuna gitmiş.
Bir süre sonra önündeki adam ile konuşmaya başlamış; "Ben sıranın
başındaydım ve anahtar deliğinden baktığımda hiçbir şey görmedim." Adam
sormuş: "Ne kadar zamandır buradasınız?" Doktor: "Bugün benim
ilk günüm" demiş. O zaman deli adam şöyle cevap vermiş: "Deli misin
sen. Ben 10 yıldır buradayım ve henüz hiçbir şey görmedim ve sen sadece ilk
günden bir şey görmek istiyorsun."
Bundan ne anlamalıyız?
Bu hikâye dünyanın ne hale geldiğini gösteriyor. Anında bilgi sahibi olmak istiyoruz. Anında iletişim istiyoruz. Fakat kişiyi kişisel iletişimin dışına çıkartıyoruz. Modern insan, 50 yıl sonra olmayacak. 100 yıl içinde dünyada yeni insanlar olacak. İhtiyacımız olmayan şeylere karşı doyumsuz hale geldik. Şeyh Muzzaffer Efendi; "Zenginlik için gençliğimizde sağlığımızı harcıyoruz ve sonra da yaşlandığımızda sağlığımızı geri satın almak için elde ettiğimiz zenginliği harcıyoruz" derdi.
Bundan ne anlamalıyız?
Bu hikâye dünyanın ne hale geldiğini gösteriyor. Anında bilgi sahibi olmak istiyoruz. Anında iletişim istiyoruz. Fakat kişiyi kişisel iletişimin dışına çıkartıyoruz. Modern insan, 50 yıl sonra olmayacak. 100 yıl içinde dünyada yeni insanlar olacak. İhtiyacımız olmayan şeylere karşı doyumsuz hale geldik. Şeyh Muzzaffer Efendi; "Zenginlik için gençliğimizde sağlığımızı harcıyoruz ve sonra da yaşlandığımızda sağlığımızı geri satın almak için elde ettiğimiz zenginliği harcıyoruz" derdi.
SANAT KENDİMİ TANIMAM İÇİN
BİR ARAÇ
Kitabında zaman zaman mecazi göndermeler
var. Mesela okla yaralanan bir adamla ilgili verilen örnek gibi. Zihnimiz
gerçeği algılamada neden bu kadar direniyor
İnsanoğlu aldanıp,
tüketimciliğin ve tamahın hâkim olduğu bir dünyanın mutlu bir hayatın cevabı
olduğuna inanıyor. Franco Berardi “The Uprising: On Poetry and Finance” (Ayaklanma:
Şiir ve Finans Üzerine) adlı kitabında sorunu açıkça ifade etti. “Son on yılda
psiko-sosyal araştırmalar ve sanat, sinema ve roman fenomenoloijisi duygusal
ilişkilerde artan bir kırılganlığı ve zihinsel patolojilerde bir artışı ortaya
çıkardı: Yeni kuşağın kolektif deneyiminde dikkat eksikliği bozuklukları,
depresyon, panik ve intihar davranışı artmaktadır.”
Çok sayıda kitap ve belgesel film çekti.
Grafik ile uğraşıyor, aynı zamanda fotoğraf da çekiyor. En çok hangisinde
hoşlanıyor?
Resimden film yapmaya kadar
uğraştığı bütün sanatlar onun için kendimi tanımanın bir aracı olmuştur. Bir
söyleşisinde belirttiği şu söz bize en iyi cevabı vermektedir: Pythagorasçı
okulun girişinde şöyle yazar: “Kendini bil, her zaman ve her yerde.”
Haiti depremi ile gündeme gelen Karayiplerde 1600 yıllardan
bu yana bir Türk Adası var olduğunu biliyor musunuz? İşte Karayiplerdeki Büyük
Türk Adası
Atlas Okyanusu’nda “Türk” adı taşıyan bir ülkenin var
olduğunu biliyor muydunuz? Karayipler yakınlarında yer alan ve adı Turks
ve Caicos Adaları olan bu ülke günümüzde İngiltere sömürgesi
konumundadır. 38 adadan oluşan ülkenin başkenti ise Grand Turk (Büyük
Türk)’dür. Tüm hükümet binaları ve bakanlıklar Grand Turk adındaki
bu adada bulunur. Adaların toplam yüzölçümü 430 kilometrekare, nüfusu
ise 25.000’in üzerindedir. Kuzey Atlas Okyanusu’nda yer alan bu
tropikal adalar, Bahama’nın güneydoğusunda bulunmakta olup Amerika
ve Küba’ya da yakındırlar.
Adaya Türk isminin verilmesinin nedeni ise inandırıcı olmayan bir
gerekçeyle açıklanmaya çalışılıyor. İddiaya göre adada bulunan bir kaktüs
bitkisi Osmanlı döneminde kullanılan fese benzediği için buraya Türk
Adaları denilmiş! Bu iddianın sahibi ise, bölgeyi sömürge halinde ellerinde
tutmaya devam eden İngilizler! Oysa adaların Türk ismiyle anılması fesin
Türkler tarafından kullanılmaya başlanmasından yüzlerce yıl öncesine dayanıyor.
Türk Adaları ismi 1688’de ilk defa Coronelli adlı meşhur bir
İtalyan haritacının çizdiği haritada yer alıyor ve bu eser Fransızca. Yani
ülkenin şu andaki resmi adının yer aldığı ilk tarihi vesika Fransızca ve “Türk”
kelimesi aynen geçiyor. Coronelli“nin söz konusu haritasında Adaların
ismi “Ide Caiquos, Caiquos and I. Turche” şeklinde yazılı. Üstelik Türkler
de ancak 1800’lü yıllarda fesle tanışıyor ve fes giymeye başlıyor.
16. 17. ve 18. Yüzyıllarda İspanyol, Fransız ve İngilizler arasında el değiştiren Adaların ismi 16. yüzyılda İspanyolların elindeyken bile yine Türk Adaları’ydı. Yani bu ismi almasının fesle uzaktan yakından hiçbir alakası yok. İngilizler adanın ismini değiştirmek istemişlerse de ada halkını yüzyıllardır kullandıkları bu isimden vaz geçirememişler. Adaların ismini değiştiremeyen İngilizler bu kez de Ada ile Türkler arasındaki bağı “fes benzerliği” masalını uydurarak kesmek istemişler. 1869 yılında ise Turks ve Caicos Adaları’nın “Ay-Yıldızlı” eski bayrağını değiştirmeyi başarmışlar.
-69 yılında İngilizlerce Değiştirilen Turks ve Caicos
Adaları’nın Ay-Yıldızlı Eski Bayrağı
Peki, Başkentleri olan Grand Turk (Büyük Türk) adasının adı nereden
gelmektedir ve adaya adını veren bu Büyük Türk kimdir? 15. 16. ve
17. Yüzyıllarda Osmanlı Denizcilerinin Akdeniz ve Atlantik’e
yelken açarak bu sularda büyük korsanlık faaliyetleri yaptıkları bilinmektedir.
Ayrıca, Piri Reis’in haritasında bu adaların bulunduğu yerde kayık
resimleri vardır ki “Caicos”(Kaykos) kelimesi “Kayık” anlamına
gelir. Buranın Kristof Kolomb’dan 25 yıl önce Türkler tarafından
keşfedilerek ele geçirildiği ve Başkenti Grand Turk’ün adının da -Adaya Türk
denizcilerinim gelmesinden sonra -batılılar tarafından “Büyük Türk,
Grand Senior, Muhteşem Süleyman” adlarıyla anılan Kanuni Sultan Süleyman’dan
alındığı sanılmaktadır.
Küba’nın Ankara Büyükelçisi E. G. Abascal da konuyu
teyit eden şu önemli bilgileri veriyor:
“Caicos kelimesi, Türkçe’ deki kayıktan geliyor. Adanın adı Türkler ‘in burada bulunduğunu gösteriyor. Küba’nın en meşhur bir bölgesinin adı Matatorcos, yani Türklerin öldüğü yer! Bunun bir felaket sonucu olduğunu dair bilgiler var. İspanyol gemisi San Agustin 28 Şubat 1596’da Havana’ya geldiğinde mürettebatın 45’i Müslüman, bazılarının adları Ramazan, Recep, Yusuf, Ali, Hüseyin idi. Batı Anadolu ve Karadeniz’den gelmişlerdi. 1640 yılında Küba’nın güneyinde bir İngiliz ticari gemisi Türk korsanları tarafından ele geçirilmiş.“
Küba Büyükelçisi’nin verdiği önemli bilgilerden birisi de, İttihat ve
Terakki döneminde Enver Paşa’nın Küba’ya özel bir görevli göndererek bu
konu hakkında araştırmalar yaptırması. Büyükelçi şöyle devam ediyor: “Bu
görevlinin burada tarihi araştırmalar yaptığını ve bir rapor hazırladığını
biliyoruz”
-Mektuplar Yanlışlıkla Türkiye’ye geliyor, Halkı
Yanlışlıkla Türk Sanılıyor
Posta hizmetlerinde Turks ve Caicos Adaları’nın adı sık sık yanlış
yazıldığından adaya giden mektupların bir kısmı önce yanlışlıkla Türkiye’ye
geliyor. Türkiye ise mektupları Turks ve Caicos Adaları’na geri
gönderiyor. Geçtiğimiz yıllarda bazı Avrupa ülkelerinin Türkiye
zannederek bu adalara vize uygulaması başlatması yetkililerin yaptıkları resmi
yazışmalarla aşılmış. Ayrıca ada sakinleri dünyanın neresine giderlerse
gitsinler önce Türkiye’den gelmediklerini anlatmak zorunda kalıyorlar.
Kristof Kolomb Amerika yerine Hindistan`a geldiğini
sanır ve yerli halka `Hintli` der. İşte onlar Taino Kızılderilileri… Ayrıca
Kolomb`un ayak bastığı yerin Grand Turk Adası olduğuna da inanılıyor.
-Kolomb`un Hint Adaları
1492 yılında Kristof Kolomb`un yenidünyada karaya ayak bastığı yerin Grand Turk olduğuna inanıyor çoğu tarihçi. Cockburn kasabasının kenarında sahile bir levha dikilmiş. Kolomb`un karaya çıktığı yeri işaret ediyor. Bazı tarihçiler bu adanın o ada olmadığı görüşünde. Kolomb`un seyahati nerede son buldu, ilk nereye ayakbastı, görüş birliği yok ama üzerinde görüş birliği olan başka bir seyahat ve ayak basma var: Dünyanın yörüngesinde tam dönüş yapan ilk Amerikalı astronot John Glenn`in (7 yıl önce en yaşlı astronot olarak bir kere daha uzaya çıktı) kapsülünün denize düştüğü yer bu ada kıyıları. Glenn 1962 yılında Büyük Türk adası kıyılarında denize indi ve bu adaya çıkarıldı. Adada bir ABD hava üssü var.
-İngilizlerin kolonisi
Adanın yerli halkı Taino Kızılderilileri. Hani “Kolomb Hindistan`a geldiğini sandığı için onlara Hintli dedi” diye okumuşuzdur hep, işte onlar Taino halkı. Avrupalıların gelişinden sonra ya öldürülmüşler, ya köle edilmişler ya da beyaz adamın hastalıklarından kapıp ölmüşler. Keşiften bir yıl sonra adalarda tek insan kalmamış. Adalar da o tarihten itibaren Fransa, İspanya, Britanya arasında pinpon topu gibi gidip gelmiş, ama daimi yerleşim olmamış. Sonra korsanlara yataklık etmiş. 1681de Bermudalılar kalmak için gelmişler ilk defa. Tuz için… Tuz yatakları işlenmeye başlanmış. Zaman geçmiş. Amerika`nın Britanya`ya karşı verdiği istiklal mücadelesinde krallığa bağlı kalan, bu yüzden Amerika`dan sürülenlere burası kral tarafından hediye olarak verilmiş, onlar da bin kadar zenci köle ile gelip yerleşmiş, pamuk ziraatına başlamış. Hemen hemen bir asır sonra topraktan iyi verim alınamayınca İngilizler adayı terk etmiş, köleler kalmış, işte bu güleç yüzlü siyah halk onların torunları. O vakitten beri öyle veya böyle, İngiltere`ye bağlı olan ülke 1962`den bu yana Birleşik Krallık kolonisi. Kolomb geldiği sırada yerli halkın adaya verdiği isim Guanahani. Peki, Türk Adası diyen kim? Kolomb`un demediğini biliyoruz.
__________________________________________________________________________
Atlantik’te Kayseri muhabbeti
Atlantik boyunca uzanan caddede, yani Büyük Türk’ün kordon boyunda iki katlı bir evin basık alt katının hediyelik eşya dükkânı olduğunu fark ettik.
Fark ettik diyorum, çünkü fark etmesi zor iş!
Bahçe girişine bir kartonun üzerine el yazısı ile bizim geminin adını yazmışlar, sonra da: Hoş geldiniz!
İngilizce tabiî... Türkçe olacak değil ya!
Girdik içeri. Deniz kabuklarından süs eşyaları. Dükkân sahibi adam aramızda Türkçe konuştuğumuzu duyunca heyecanlandı birden, “Gelin, karımla tanışın” diyerek koşup karısını getirdi. Yetmiş yaşının üzerinde sarışın, kibar ve dinç bir hanım bize elini uzattı: “Merhaba! Hoş geldiniz! Nasılsınız?”
Bu defa Türkçe! Evet, Türkçe! Atlantik’in orta yerinde Büyük Türk adasında Türkçe!
Şaşkınlıktan dilimiz tutuldu. Kulağına inanamamak herhalde budur.
Karı-koca dükkân sahipleri beyaz. Dougles ile Angela. Az sonra öğreniyoruz ki, adam Amerika doğumlu, kadın İngiltere doğumlu. Angela 1960’lı yıllarda Kayseri’de iki sene İngilizce öğretmenliği yapmış. Türkiye’yi çok sevmiş ve her tarafı karış karış gezmiş. Emekli olduklarında bu adaya yerleşmişler. Hâlâ tatil için sık sık Türkiye’ye giderlermiş. Hanım bize Türkiye’nin hiç bilmediğimiz kıyı kasabalarını ballandıra ballandıra anlattı. Memleketimizi bizden iyi biliyor. Türk Adası isminin tam da sorulacağı bir çift! Sordum.
Adanın adı kaktüsten geliyormuş!
“Aaaa! Görmediniz mi? Bir kaktüs yetişir burada. Tepesinde kırmızı bir parça vardır. Aynen Türk fesine benzer. Adanın adı ondan geliyor.”
Kaktüs! Nihayet biri kaktüsten bahsetti. Bu hikâyeyi okumuştum. Ama ben ilk defa duyuyormuşum gibi rol yaptım.
“Bu kaktüse Türk Kafası denir. Görürsünüz, bahçelerde var.”
“Demek adanın ismi buradan geliyor.”
“Evet...”
Karşılıklı adreslerimizi aldık, verdik, vedalaştık.
‘Türk Kafası’ namlı kaktüsün birkaç fotoğrafını çektim.
Bazı araştırmacılar bu hikâyenin aslı olamayacağını söylerken, “çünkü...” diyorlar: “Adanın ismi 1688 yılındaki bir haritada geçiyor ilk defa. O asırda Türk topraklarında fes diye bir giyim eşyası yok. Türklerin ve dolayısıyla İngilizcenin fes ile tanışması 200 sene sonra.”
Evet, Osmanlı Türkiye’sinde fes 1826’da giyilmeye başlandı ama Kuzey Afrika ülkelerindeki mazisi çok daha eski ve Avrupalılar oraların insanlarını da “Türk” olarak tanırlardı. Dolayısıyla “Türk Kafası” kaktüsü pekâlâ adanın isimlendirilmesinde rol oynamış olabilir.
Ancak... Asıl ilginci, Türk adaları ismi 1688’de ilk defa Coronelli adlı meşhur bir İtalyan haritacının çizdiği haritada yer alıyor ve bu eser Fransızca. Yani ülkenin şu andaki resmî adının yer aldığı, elimizdeki ilk tarihî vesika Fransızcadır ve Türk kelimesi aynen geçmektedir. Fransızca ‘da ise “Türk Kafası” isimli bir kaktüs cinsi yoktur!
Öyleyse Grand Turk adı nereden geliyor? Kim bu Büyük Türk?
Atlantik’te Kayseri muhabbeti
Atlantik boyunca uzanan caddede, yani Büyük Türk’ün kordon boyunda iki katlı bir evin basık alt katının hediyelik eşya dükkânı olduğunu fark ettik.
Fark ettik diyorum, çünkü fark etmesi zor iş!
Bahçe girişine bir kartonun üzerine el yazısı ile bizim geminin adını yazmışlar, sonra da: Hoş geldiniz!
İngilizce tabiî... Türkçe olacak değil ya!
Girdik içeri. Deniz kabuklarından süs eşyaları. Dükkân sahibi adam aramızda Türkçe konuştuğumuzu duyunca heyecanlandı birden, “Gelin, karımla tanışın” diyerek koşup karısını getirdi. Yetmiş yaşının üzerinde sarışın, kibar ve dinç bir hanım bize elini uzattı: “Merhaba! Hoş geldiniz! Nasılsınız?”
Bu defa Türkçe! Evet, Türkçe! Atlantik’in orta yerinde Büyük Türk adasında Türkçe!
Şaşkınlıktan dilimiz tutuldu. Kulağına inanamamak herhalde budur.
Karı-koca dükkân sahipleri beyaz. Dougles ile Angela. Az sonra öğreniyoruz ki, adam Amerika doğumlu, kadın İngiltere doğumlu. Angela 1960’lı yıllarda Kayseri’de iki sene İngilizce öğretmenliği yapmış. Türkiye’yi çok sevmiş ve her tarafı karış karış gezmiş. Emekli olduklarında bu adaya yerleşmişler. Hâlâ tatil için sık sık Türkiye’ye giderlermiş. Hanım bize Türkiye’nin hiç bilmediğimiz kıyı kasabalarını ballandıra ballandıra anlattı. Memleketimizi bizden iyi biliyor. Türk Adası isminin tam da sorulacağı bir çift! Sordum.
Adanın adı kaktüsten geliyormuş!
“Aaaa! Görmediniz mi? Bir kaktüs yetişir burada. Tepesinde kırmızı bir parça vardır. Aynen Türk fesine benzer. Adanın adı ondan geliyor.”
Kaktüs! Nihayet biri kaktüsten bahsetti. Bu hikâyeyi okumuştum. Ama ben ilk defa duyuyormuşum gibi rol yaptım.
“Bu kaktüse Türk Kafası denir. Görürsünüz, bahçelerde var.”
“Demek adanın ismi buradan geliyor.”
“Evet...”
Karşılıklı adreslerimizi aldık, verdik, vedalaştık.
‘Türk Kafası’ namlı kaktüsün birkaç fotoğrafını çektim.
Bazı araştırmacılar bu hikâyenin aslı olamayacağını söylerken, “çünkü...” diyorlar: “Adanın ismi 1688 yılındaki bir haritada geçiyor ilk defa. O asırda Türk topraklarında fes diye bir giyim eşyası yok. Türklerin ve dolayısıyla İngilizcenin fes ile tanışması 200 sene sonra.”
Evet, Osmanlı Türkiye’sinde fes 1826’da giyilmeye başlandı ama Kuzey Afrika ülkelerindeki mazisi çok daha eski ve Avrupalılar oraların insanlarını da “Türk” olarak tanırlardı. Dolayısıyla “Türk Kafası” kaktüsü pekâlâ adanın isimlendirilmesinde rol oynamış olabilir.
Ancak... Asıl ilginci, Türk adaları ismi 1688’de ilk defa Coronelli adlı meşhur bir İtalyan haritacının çizdiği haritada yer alıyor ve bu eser Fransızca. Yani ülkenin şu andaki resmî adının yer aldığı, elimizdeki ilk tarihî vesika Fransızcadır ve Türk kelimesi aynen geçmektedir. Fransızca ‘da ise “Türk Kafası” isimli bir kaktüs cinsi yoktur!
Öyleyse Grand Turk adı nereden geliyor? Kim bu Büyük Türk?
“Ayşe
Göktürk Tunceroğlu yazısından Alıntı”
___________________________________________________________________________
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)