20 Aralık 2011 Salı 0 yorum

BU ZAMANDA MEVLANA



Tasavvuf ile tanıştığım ilk yıllarda bir şey öğrenmiştim. Bunu paylaşmak istiyorum. İnsan nefsi yaşayan evliyayı kabul etmez. Ama eski bilindik evliyaları kabul eder. Örneğin Mevlana hazretlerinin Allah’ın sevgili bir kulu olduğunu şimdilerde neredeyse kabul etmeyen insan yok. Müslüman demedim ki şu an Mevlana’nın fikirlerini Müslüman olsun Hıristiyan olsun hemen hemen her kesim benimsemiş durumdadır. Günümüzün Mevlana’sını bulmakta maharet ve bunu kabullenecek nefistedir ehemmiyet.
‘’Ümmetimin velileri ben-i İsrailin peygamberleri gibidir.’’ ve ‘’Alimler benim varislerimdir.’’ Hadislerini duydukça insanların yaşayan evliyalara neden inanmadıkları, nefislerinin neden kabul etmediklerini anlıyorum. Peygamberler nasıl bidat konusunda sorun yaşamışlarsa zamanın Mürşid-i Kâmilleri de bu sorunu yaşıyor. Haklarında atıp tutuluyor. Nefis ve şeytan onları yok saymak için elinden geleni yapıyor. Ama insan çok uzun yıllar sonra bunun farkına varıyor. Siz sanıyor musunuz ki zamanında Mevlana hazretlerini, Abdulkadir Geylanî hazretlerini zamanlarında şimdiki gibi evliya olarak tüm insanların kabul etiğini. Sanıyor musunuz o zaman insanlar onlara şimdikinden daha büyük saygı gösterdiğini. Elbette onlarında müridleri vardı. Çünkü onlar ben-i İsrailin peygamberleri gibiler. Hatta çoğu peygamberden de çok insanı irşad etmişler. Ama bir Mevlevi felsefesi bu zamanki gibi benimsense, ‘’Gel ne olursan ol yine gel’’ bu zamanki gibi değer görse insanlar daha çok kurtuluşa erelerdi. Bütün veliler ayaklarımın altındadır diyen evliyanın ayaklarının dibinde olsak kurtuluşu bulurduk elbette.
İnsan nefisleri bu zamanda velileri kabul etmemek için birçok sorun çıkarıyor. Mesela yine ilk yıllarda aklıma gelen vesvese şuydu: ‘’Bu mürşidlik babadan oğla geçiyor.’’ . İnsan aklıselim düşününce nefsine cevap verebiliyor. İnsanlar kafalarına takılan soruları ilk önce Kur-an’ı Kerime ardından Sünnet-i Seniyyeye ardından da ictinaya bakarlardı. Benim ise bu ilimlerim yok maalesef. Ben aklıselim düşünüp daha önce yaşananlara baktım. Dedim ki kendi kendime Hz. Yahşi ile Veysel Karani islamiyette derece nasıl kıyaslanamıyor. Birisi sahabe ama geçmişine bak. Peygamber efendimiz: ‘’Gözümün önünde durma, seni gördükçe amcam aklıma geliyor’’ dediği ve kendisi görmemeyi yeğlediği birisidir. Birisi tabiin, Peygamber efendimizin övdüğü, sevgisinin kokusunu uzaklardan aldığı, hırkasını hediye ettiği, naz makamı ile Peygamber efendimizin ümmetine mağrifet talep eden bir zattır. Arasında bu kadar fark görünürken Hz. Yahşi’nin makamının yanında Veysel Karani ayağının tozu olamıyor. Demek ki dünya gözü ile Peygamberimizi görmek, onun nazarında bulunmak bu kadar önemliymiş. Peki, bir Mürşid-i Kâmilin huzurunda, onun nazarında bulunan evladı kardeşi evliya olmayacakta üç ayda altı ayda bir huzuruna varan biz mi evliya olacağız. İnşallah biz de evliyaullah makamına ulaşırız ama onların nazarının altında büyüyenlerin hızında ve makamında değil. Yani anladığım kadarıyla bu iş babadan oğla değil dizinin dibinde, hizmetinde, ilim ile edep ile bulunca bir diğerine geçiyormuş.     
İnsanların aklına daha ne vesveseler geliyor neler varın siz düşünün. Hatta boş verin düşünmeyin. Düşünüp de o vesvese sizin nefsinizi etkilerde siz de bu zamanın yaşayan Mevlana’sını görmemezlik edersiniz. Kurtuluşa eremezsiniz de boşa kürek çekip nefsinizi, şeytanı suçlar durursunuz.

"Alemi padişah olmak bir kuru kavga imiş, bir veliye bend olmak cümleden ala imiş." (Yavuz Sultan Süleyman Han Hz.)


14 Ekim 2011 Cuma 0 yorum

"Seni Seviyorum"



İnsanın doğasıdır sevmek. Doğanın doğasıdır sevmek. İnsan sevgiye muhtaç, sevilmeye muhtaç, sevgiyle yaşar insan.
İnsanın gönlünde her türlü sevgi vardır sayısızca; anne sevgisi, kardeş sevgisi, hayvan sevgisi, toprak sevgisi... Bir de sevgili sevgisi vardır. Sevmek fiilinin gönlümüzde, dilimizde isimleştiği sevgiliye duyalan sevgi vardır. Sevgiliye duyalan sevgi çok başka bir yer tutar gönlümüzde ki, biz ona sevgilim deriz. Sevgiyi ona adlederiz. Bunca hissettiğimiz sevginin içindeki en kutsal sevgidir sevgileye duyulan sevgi. Bundan dolayıdır ki buna da "aşk" ve "meşk" denilmiş. Eğer sevgiliye kavuşursan meşk olur, kavuşamazsan aşk olur.
Sevgiliye duyulan kutsal sevginin sevgileye iletimidir "Seni Seviyorum" sözü. "Seni Seviyorum" çok özel bir sözdür bunan dolayı. İnsanın ağzından çıktıkan sonra geriye dönüşü olmayan kelmeler içerisinde en tehlikelisidir. Bu söz ile en kutsal sevgi adledilmiş olur bir faniye. O artık sevgi duyulan, ismine sevgili denilen, hayatının kopmaz bir parçası olmuştur senin için.
Günümüzde "Seni Seviyorum" sözünden daha değerli bir kavram mı var diye düşünüyorum. Düşündükçe de içim içimi yiyor.Yeni veya eski nesil farketmeden insanlar artık "Seni Seviyorum" lafını ağızlarına öyle kolaya alıyorlar ki, ne anlama geldiğini ya bilmiyorlar ya da değerlerimiz kökten birer değişiklige gidiyor. İki günlük ilişkilerde birbirlerine "Seni Seviyorum" diyorlar. İlişkiler bitince iki taraf da ayrı yöne giderken ortada kalan ise yanlızca "Seni Seviyorum". Orta kalan bu kutsal sözü duydukçada deli oluyorum, içim içimi yiyor.
İnsanlar bilmeli ki hayat sevince güzel. Sevince sevilince değerli. Sana "Seni Seviyorum" diyen birisi varsa bu dünyada, artık önemi kalmaz bu dünyanın. Ama insanlar bilmiyorlar ki; "Seni Seviyorum" sadece bir kişiye denmeli. O senin artık kutsalın olmalı. İsterse meşk olsun isterse aşk o kutsal sözcük bir kişiye ait olmalı. Sevgili dediğimiz kavram özel olmalı.
19 Eylül 2011 Pazartesi 0 yorum

Hayat


Hayat, anlamı olmayan boş bir kelime. 

Hayat, yaşamak için isteksizce heves duyduğumuz bir kavram.

Hayat dediğimiz şey geçen seneler, içerisindeki yaşananlar ise çok değersiz bir kavrammış. Bu bedendeki bu ruh, kafamın içindeki bu düşünceler, 50-60 senelik ömür, 10-15 dostluk, 300-500 arkadaşlık, 3-5 sevgili, 1 eş, 3 çocuk (umut ediyorum) ile geçecekse gerçekten çok değersizmiş. 

Hayatın içinde başka kavramlar da olmalı. Hayatımızın sonuna geldiğinde bu hayat bizim başlangıcımız olmalı dememiz gereken şeyler olmalı. Bu hayatı nasıl yaşarsak, devamında ona göre gelmeli. İyi olarak yaşamalıyım bu hayatı ki, devamında da iyi bir sonsuzluk görmeliyim. Sınırlar içinde kalmamalı bu hayat. Sonsuza uzanmalı...

İyi insanlar iyi bir hayatın ödünü almalı. Kötü insanlar da yaşadıklar ve yaşattıkları kötülüklerin cezasını çekmeli.




8 Eylül 2011 Perşembe 0 yorum

Mutluluk, Mutlu olabilmekte


Mutluluk;
Bazen bir tebessümde
Bazen bir tas sıcak yemekte
Bir lokma ekmekte,
Bir fakiri sevindirmekte
Bir dostun seni ziyaretinde
Birkaç dakikalık sohbetinde
Bazen bir samimi öpücükte
Ailenle geçirdiğin anlarda
Çocugunun sana bakışında
Onu kucağında uyuttuğunda
Bazen sadece görebilmekte
Duyabilmekte, yürüyebilmekte
Bazen ise sadece istemekte
Mutlu olabilmekte




Mutluluk hak edilmeli kazanılmalı ve paylaşılmalıdır. Mutluluk paylaştıkça güzeldir. Paylaştıkça artan bir duygudur mutluluk. Ama mutluluğu nasıl kazanmalıyız nasıl hak etmeliyiz? 

Her insan mutlu olamaz. Mutlu olmak için bilinçli olacak, yaşayacak hayatını. Ama hayatımı yaşıyorum diyen gençler gibi değil. İnsan kendine saygı duydukça hayat güzelleşir. Başkalarına da saygı duydukça mutluluk gelir peşinden. Peki insan kendine nasıl saygı duyar? Siz kendinize saygı duyuyor musunuz? Saygı duymak için ilk önce kendi yaptıklarınızı iç dünyanızda yorumlamalı onları onaylamalısınız.Bu onayladığınız davranışlarınızı ve yaptıklarınızı çevrenizdekiler de onaylamalı. Onlardan da olumlu tepiler almalısınız. İnsanlar size saygı duymalı ve onlar size saygı duyarken sizde onlara ve kendinize saygı göstermelisiniz. Unutmamak gerekir ki saygı içten gelen bir duygudur. Saygı kazanılır. Ama saygı kazanmak için önce kendinize saygı duymalısınız. 

Hayat nasıl birşey ki içinde mutlu olacaksın. Hayatta ki mutluluk gelip geçicidir. Bize edebi mutluluk için bir örnektir. Ondan dolayıdır ki hayattaki mutluluklar çok uzun sürmüyor. İnsan mutlu olmak istiyorsa dünya da mutluluğu arayacak. Onu kazanacak. Ama mutlulğu kaybettiğinde de üzülmeyecek. Çünkü sonsuz mutluluk onu beklediğini bilecek.

Sonsuz mutlulugu ise insanoğlu sonsuz kudreti olandan isteyecek. Onun emir ve yasaklarına uyacak. Gönderdiklerine razı olacak. Onun sevdiklerini sevecek. Onu sevenleri de sevecek. ona ulaşmak için vesileler arayacak ve bu vesilelere sıkı sıkı bağlanacak. 

Tolstoy' un mutluluk için söylediklerine bakarsak acaba okuduğu "Hz. Muhammed'in Hadisleri" kitabından sonra ne düşünüyor diye tekrar sormak isterdim.

Her insan mutlu olamaz...
Çünkü gereğinden fazla özler dünü,
Hak ettiğinden fazla düşünür yarını,
Ve hiç hak etmediği kadar bilinçsizce yaşar bugünü...

Her insan mutlu olamaz...
Çünkü gereğinden fazla özler hayatından çıkanları,
Hak ettiğinden daha büyük umutla bekler hayatına girecekleri,
Ve asla göremez yanı başındakileri...
                                                                      Tolstoy




   
0 yorum

Hayır mı Şer mi?




Hayatta hep nasıhat ederle bize. Biz dinleriz bu nasihatları ve uygulamayız. Bir kulağımızdan girer diğerinden çıkar gider. Nasihatleri hep başımıza gelince hatırlarız. "Bak şu bana şöyle demişti, ne de haklıymış." gibi bir cümle kuranların sayısı hiç de azınsanacak kadar değil. Eğer yaşınız artık orta yaş sınırına gelmişte geçmiş ise zaten söylemişsinizdir. Nasihatten girdim konuya çünkü nasihat edene ve edilene pek yarar sağlayamayan bir olgu olduğunu düşünüyorum. Nasihatın tanımı bence; başına gelecek olayların birinin sana önceden söyleyerek o olayın neticesini anlatan kişiye bağlamaktır. 


Kötü birşey midir? Kesinlikle hayır. 

İyi birşey midir? Kesinlikle evet.

Çok gerekli midir? Olsa da olur olmasa da.

Nasihatlerden ders alıp almamak, öncesinde veya sonrasında tedbir almak bizim elimizde. Ama daha çok önemli olan birşey var bizde. O da dua'dır. "Dua müminin silahıdır." İnancımızın gereğidir dua. Bir yaratanın olduğuna inanan heerkesin sık sık yapması gereken bir olgudur. İbadetlerimizde, sevaplarımızda, yolda yürüken, uyurken, başımız beladayken, hatta ve hatta günap işlerke bile dua etmeliyiz. İsteyenin bir yüzü kara vermeyen(zenci)in iki yüzü misali biz isteyelim. İstediğimiz yer inançlarımızın temeli yüce Yaradan. Bizim yüzümüz kara olabilir hatta günaptan kalbimiz bile kapkara olabilir ama "O" bizi geri çevirmeyecektir. Biz isteyelim yeter. Verende "O" yapanda. Ama elbette bir karşılık verecek olanda "O". Ya bu dünya da ya öteki dünya da.   

İnsanoğlu hep başı darlığa düşünce haturlar inançlarını. Sonra yalvarır yakarır. Baş darlıktan çıkınca aynı tas aynı hamam. Başımıza gelen felaketler bize birer ders olmalı ilerde anlatılacak nasihatler olmalı. Dua etmeliyiz her anımızda. İyi isek iyi olduğumuza kötü isek daha kötü olmadığımıza. Unutmamalıyız ki hayurda şer, şerde hayır vardır. Başımıza gelen hayır belki de bizim şer olacaktır. Çok sevinmemeliyiz. Başımıza gelen şer belki bizim için hayırdır çok üzülmemliyiz.Hep şükretmeli dua etmeliyiz. Kendimiz için çevremizdeler için tüm insanlık için hayırlar istemeliyiz. Yanında da hayırları hayırlısıyla istemeliyiz. Şer ile gelen hayırları da hayır olduğunu görecek basiret istemeliyiz.  
 Konunun başlığı olan ve isimlendirdmeyi şahsımın yaptığı bir hikaye ile konuyu örneklemek istiyorum.

Hayır mı Şer mi?

Bir gün okyanusta ilerleyen bir gemi kaza geçirerek battı. Gemiden sadece bir kişi sağ kurtuldu. Dalgalar bu adamı küçük ve ıssız bir adaya sürükledi. Adam ilk günler kendisini kurtarmasını için Allah’a yalvardı yakardı ve yardım bulurum umuduyla ufka baktı. Ama ne gelen var, ne giden…

Daha sonra rüzgârdan, yağmurdan vahşi ve zararlı hayvanlardan korunmak için ağaç dallarından ve yapraklardan bir baraka yaptı. Sahilde bulduğu, gemiden arta kalan konserve, pusula gibi eşyaları bu kulübeye koydu. Günler hep aynı şekilde geçiyordu. Balık tutuyr, pişirip yiyor ve ufku gözlüyor, kendisini kurtarması için Allah’a dua ediyordu. Bir gün içme suyu getirmek için adanın ortasındaki su kaynağına gitti, geri döndüğünde barakasının alevler içinde yandığını gördü. Duman dans ede ede göğe yükseliyordu. Başına gelebilecek en kötü şeydi buydu kendince. Keder ve öfke içinde donakaldı.

Şimdi bu ıssız adada, başını sokabileceği bir yer bile kalmamıştı. “Bu nasıl olur?” diye feryat etti.

O geceyi keder ve üzüntü içinde geçirdi. O kadar dua ettiği halde, başına bu olay geldiği için sitemler etti. Ertesi sabah erken saatlerde, adaya yaklaşmakta olan bir geminin düdük sesiyle uyandı! “Benim burada olduğumu nasıl anladınız?” diye sordu bitkin adam kendisini kurtaranlara.

Cevap onu hem şaşırttı, hem de utandırdı:

“Dumanla verdiğiniz işareti gördük!”
.........................................................................................................................................................................................................

 Tasavvuf ehli başına gelen hayrın da şerrin de nerden geldiğini bilmeli. Şükretmeli, dua etmeli. Hem kendine etmeli, hem tüm insanlığa etmeli. 


27 Ocak 2011 Perşembe 0 yorum

Eleştiri Üzerine Eleştiri

Hindistan’da çok ünlü bir ressam varmış…
Resimleri çok beğenilir ve ona “Renklerin Ustası” anlamına gelen Ranga Guru derlermiş.

Bir gün öğrencisi Racigi, eğitiminin son aşaması sayılan resmi tamamlayıp Ranga Guru’ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş…
Ranga Guru:
-“Sen artık ressam sayılırsın Racagi,  imtihanı kazandın. Ama artık senin resmini halk değerlendirsin” diyerek resmi, şehrin meydanına koymasını ve yanına da bir kırmızı kalem ile birlikte “Beğenmediğiniz yere kırmızı kalemle çarpı atınız“ yazan bir yazmasını istemiş. Racigi denileni yapmış ve ertesi gün sonra resme bakmaya gittiğinde bir de ne görsün: Resim kırmızı çarpılardan görünmüyor!
Çok üzülmüş Tabii. Resmi getirip Ranga Guru’ya göstermiş. Ranga Guru, öğrencisini teselli ettikten sonra yeni bir resim yapmasını söylemiş. Ranga Guru, Racigi’nin yeni resmi gene şehir meydanına koymasını ama yanına bir yağlı boya paleti ve birkaç fırça ile birlikte “Beğenmediğiniz yeri lütfen düzeltiniz“ yazan bir not bırakmasını söylemiş.
Racigi denileni yapmış… Ertesi gün meydana gittiği zaman görmüş ki resmine hiç dokunulmamış, fırçalar da boyalar da hiç kullanılmamış…
Sevinerek Ranga Guru’ya gitmiş ve durumu anlatmış. Ranga Guru:
Sevgili Racigi, sen ilk önce insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız davranabildiklerini gördün; hayatında resim dahi yapmamış insanlar gelip resmini karaladı. İkincisinde hatalarını düzeltmelerini istedin, hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, buna cesaret edemedi.
Sevgili Racigi, mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın.
Emeğinin karşılığını, onun değerini bilmeyen insanlardan alamazsın.
Sakın emeğini kadirbilmezlere sunma ve asla bilmeyenlerle tartışma.
Bu olay zamanın Hindistan'ında ressam ve bilge olan bir zatın öğütleridir. Bunu bu zamanda değerlendirmek zamanımızın dertlerini ortaya koymada bir ilaç gibi gelecek bir benzetme olacaktır. İnsanlar siyaset bilmez ama ellerine bir kırmızı kalem alınca acımadan herkesi eleştirir. Karalamadıkları yer kalmaz. Ama ellerine düzeltme imkânı verince en aciz insandan daha aciz kalırlar. Lafa gelince bitmez tükenmez bir derinlikte bilgeliğe sahibidirler. Ama sahaya inince topa dokunmaktan aciz bir futbolcu olurlar.
Hemen hemen her konuda ahkam kesme yetkisini kendimizde bulsakta aslında eleştiri ne demek bilmiyoruz. Eleştiri iyi ve kötüyü elemektir. Karşılıklı oturup bir nesnenin, düşüncenin, yapılan işin doğru ve yanlış yönlerinin masaya yatırılmasıdır. Eleştiri deyince hep olumsuz algı oluşuyor insan beyninde.    
 İşi ehline bırakacaksın der bizim inancımız. Şuncu, buncu değil, ehline bırakacaksın. Biz yıkıcı değil, yapıcı olmak istiyoruz. İşini ehil yapanı takdir etmek, yapamayanın yerine yapabilmek istiyoruz. İşte böyle yapacaksın diye gösterebilmek ehil olmayana en iyi cevaptır. O da anlayabilmeli evet yapamıyorum demeli. Hata bulmak kolay ama hata düzeltmek çok zordur. Biz buna talibiz. Biz hizmete talibiz. Biz hizmette tüm dünyaya talibiz. Amacımız sadece hizmet. Gücümüzü de himmetten alıyoruz. ”Hizmet nimettir. ” anlayışı içinde biz hizmeti bir gerek olarak görmekteyiz. Bu gereklilik bize dünyada değil ahirette nimet olarak dönecek. Hizmet ettikçe kalbimiz ve ruhumuz rahat ve mutlu olmaktayız. 
 
; Sayfa Başına Dön