Şems Friedlander New York'ta
doğup büyümüş on parmağında on marifet olan bir sanatçı ama o en çok 40 yıl önce İnayet Khan,
ardından Cerrahi Şeyhi Muzaffer Ozak'la adım attığı tasavvuf dünyasındaki
çalışmalarıyla tanınıyor. Sonradan İslam’ı seçen
Friedlander yaptığı işlere Müslüman kimliğini de yansıtmaya özen gösteriyor.
Bugüne kadar dokuz kitaba imza atan Şems Friedlander tasavvufu sadece
kitaplarında değil resimleri ve fotoğraflarında da anlatıyor. Çizim ve
fotoğrafları arasında Türk dervişleri de olan sanatçının bu tablolar New York,
Kahire, İskenderiye ve Dubai'de sergilenmiş. En son çektiği 'Faysal: Bir
Kral'ın Mirası' isimli belgesel filmi ise Kasım 2012'de Londra'daki BAFTA
Tiyatrosu'nda ve Chagrin Falls Belgesel Film Festivali'nde gösterildi. Shems
Friedlander başta Mekke, Medine, Kahire ve İstanbul olmak üzere bütün
Ortadoğu'da muhtelif şeyh efendilerden feyz almış. Kraliyet İslami Araştırmalar
Enstitüsü tarafından Sanat ve Kültür alanında 2012'nin 'En Etkili 500
Müslümanı'ndan biri seçildi. Kahire'deki Amerikan Üniversitesi'nde görsel
iletişim alanında profesör olarak ders veren Friedlander, dönüşümlü olarak
Kahire ve İstanbul'da yaşıyor. Yazar, sufi mecaz ve kıssalarından yola
çıkarak yazdığı, modern zamanların insanını psikolojik bir uyanışa ve modern
hayatın uyuşturucu etkisinden kurtulmaya çağıran "Toynak Sesini Duyunca
Zebra Gelsin Aklına" kitabıyla Türk okuyucusuyla ilk defa buluştu.
Sufizm ile nasıl tanıştı? Kendisini sufizm öncesi ve sonrası ile nasıl kıyaslıyor?
Dokuz yaşındayken; gençliği, üniversite yılları ve yetişkinliği boyunca onu etkileyen ve kalbine dokunan iki satırlık bir şiirle karşılaştı. Anonim bir şiirdi fakat ileriki yıllarda, karşılaştırmalı din çalışırken, bu satırların İranlı Sufi Şair Hafız tarafından yazıldığını keşfetti. Bu mısra şöyleydi:
Ayakkabılarım yok diye üzülüyordum
Ayakları olmayan bir
adamla karşılaşana dek.
Bu şiir kırılma
noktası oldu. Yetişkinliğinde,
Çeşti Tarikatı Şeyhi Hazret İnayet Khan'ın oğlu Pir Vilayat İnayet Khan'dan
sufizmi öğrendi. Bu yol daha sonra onu İstanbul'dan Halveti-Cerrahi Şeyhi
Muzaffer Ozak Efendi'ye yöneltti. Bildi bileli "hakikati arayan"
biriydi ve pek çok büyük öğretmen ile çeşitli yollar üzerinde çalıştı. Şeyh
Muzaffer Efendi ona İslam başta olmak üzere sayısız kapı açtı. Onunla İstanbul'dayken,
Amerika'ya döndüğünde ya da o Amerika'ya geldiğinde ve akabinde İstanbul'a
döndüğünde kendini kalbimde "bilginin bir buz saçağı" ile terk
edilmiş hissetti ve kalbinin sıcaklığına göre bu buz saçağı erimeye başladı.
Bilmediğini düşündüğü şeyleri söylerken ve yapabildiğini bilmediği şeyleri
yaparken buldu kendimi.
1960'larda yaşadığı New
York'ta maneviyatla ve felsefeyle ilgilendi. Tasavvuf çalıştı, konferanslara
gitti ve 1970'te Konyalı Mevlevilerin Brooklyn Müzik Akademisi'nde bir semah gösterisine
katıldığını dile getiriyor. Semahtan sonra semazenlerle ve müzisyenlerle
buluşup, onları evinde çaya davet etti. New York'ta kaldıkları on gün boyunca
bu her gece tekrarlandı. Her gece semahtan sonra toplu olarak evime geldiler;
çay içtiler, biraz yemek yediler, müzik çaldılar ve sohbet ettiler. Onu
Konya'ya gelip Mevlana onuruna yapılacak semaha katılmaya davet ettiler ve bu olay,
Şeyh Muzaffer Ocak el-Cerrahi ile tanışmasına vesile oldu. Mevlevi müzisyenler
Nezih Uzel ile Kudsi Ergüner, dostu odular. Konya'dan ayrıldıktan sonra
Muzaffer Efendi'nin İstanbul'daki kitabevine gitti ve onu dükkânın bir köşesinde
namaz kılarken gördüğü anda, yolunun o olduğunu anladı. Bildi bileli "hakikati arayan"
biriydi ve pek çok büyük öğretmen ile çeşitli yollar üzerinde çalıştı. Şeyh
Muzaffer Efendi ona İslam başta olmak üzere sayısız kapı açtı. Onunla İstanbul'dayken,
Amerika'ya döndüğünde ya da o Amerika'ya geldiğinde ve akabinde İstanbul'a
döndüğünde kendini kalbinde "bilginin bir buz saçağı" ile terk
edilmiş hissetti ve kalbinin sıcaklığına göre bu buz saçağı erimeye başladı.
Bilmediğini düşündüğü şeyleri söylerken ve yapabildiğini bilmediği şeyleri
yaparken buldu kendimi.
Tasavvufla hem manevi olarak bir bağ
kurdu hem de filmini çekti.
Tasavvufla ilgili birçok film
yazdı, üretti ve yönetti. En bilinen filmi “Rumi, Aşkın Kanatları” filmidir. Bu
film dünya çapında film festivallerinde ve etkinliklerinde gösterildi. Yalnızca
Rumi Amerika'da en popüler şair olduğu için değil, içinde yaşadığımız dünyanın
kaotik, finansallaşan ekonomisinin ortasında insanlar hayatlarının anlamanı
anlamanın bir yolunu aradıkları için de, bu film iyi ilgi gördü. Bu “bağlantılı
kuşak”, kelimelerin çoğunu annesinden değil bir makineden öğrenen ilk kuşaktır.
Hem İstanbul'da hem Mısır'da yaşıyor. İki
aynı şehirde onu çeken şeyler neler oldu?
Hem İstanbul hem Kahire, iki
önemli Müslüman şehirdir. Gün boyunca müezzinin ezan sesini duyabileceği bir
yerde olmaktan hoşlanır. Kendinden ve gündelik hayatının olaylarından başka bir
şeyin ona hatırlatılmasını, kutsal bir şeyin hatırlatılmasını sever. Kahire şu
anda zor zamanlardan geçiyor; ama zamanla büyük bir şehir olarak yeniden ortaya
çıkacağına inancını koruyor. İstanbul dünyanın en güzel şehirlerinden biri
olduğunu dile getiriyor. Bir keresinde fotoğrafçı bir arkadaşıyla birlikte
kayıkla Boğaz'ı geçerken; “İstanbul'da olmak bir ayrıcalıktır” dedi. Aynı
fikirdeydi. İnsanın nerede yaşadığı değil, nasıl yaşadığı önemlidir. Çisti
Mutasavvıf Şeyh Hazret İnayet Han bir keresinde kendisine şöyle demiş: “Bazı
kimseler güzel bir yer arar, bazıları da bir yeri güzel yapar.”
“Toynak sesi duyunca zebra gelsin aklına”
ABD'de bir tıp
öğrencisiyseniz, 'Toynak sesi duyunca zebra gelmesin aklına' ifadesini
duyarsınız. Demek istenir ki, eğer bir hasta boğaz ağrısı, baş ağrısı ve burun
akıntısıyla size geliyorsa, daha fazla bir şey aramanıza gerek olmadığı
açıktır, çünkü bu kişi nezle olmuştur. Bu ifadeyi “Toynak sesi duyunca zebra
gelsin aklına” şeklinde değiştirerek şunu demek istediğini dile getiriyor:
Tasavvufta, görünenin dışında bir anlamın mümkün olabileceğini anlamaya açık
olmak gerekir. Daha derin bir anlam olabilir. Bu kitap, aslında New York'ta
küçük bir dinleyici çevresine Tasavvuf konusunda verilen bir dizi seminerdir.
BEDEN HEM KRAL HEM MEZAR
Kitabında “İçinde yaşadığımız bu beden hem
bir krallık hem de mezardır” diyor. Bedeni mezar ve krallık yapan nedir?
Beden bir mezardır; çünkü doğduğumuz andan
itibaren ölmeye başlarız. Başka bir düzeyde, “ölmeden önce ölünmeli” denilir.
Elbette bu fiziksel bir ölüm değil, bizi hayatımızın gerçek amacından
uzaklaştıran her şeyin bir ölümüdür. Bedene, “amellerimizin sandığı” da
denilmiştir. Beden bir krallıktır; çünkü içinde mucizeler vardır. Kafamızdaki
iki küçük yarıktan uzakları görme, kafamızdaki iki küçük delikten
kilometrelerce uzaktaki sesleri duyma mucizesi. Kalbimizdekini ifade edebilen bir
dilimiz var ağzımızda. Ve bu ağız iki sıra dişle kapatılır ve iki dudakla
mühürlenir; bu durum, konuşmadan önce biraz zaman ayırmamız gerektiğini
gösterir. Nefes aldığımız sürece, beden ruhu barındırır. Allah, nasıl
yaşanacağının sırrını ilk peygamber Âdem’in ismine yerleştirmiş. Arapçada bu
isim elif, dal ve mim harflerinden oluşur. Elif namaza duran adamı temsil eder,
dal oturmuş adamı temsil eder ve mim, secde etmiş adamı temsil eder. İlk
peygamberin adında Allah nasıl yaşanacağının sırrını göstermiş. Bize düşünebilecek ve Allah'ı kavrayabilecek bir
zihin verildi. Hadis-i Kutsi'de "Ben gizli bir hazineydim, bilinmek
istendim ve bilinmek için insanı yarattım" buyrulur.
Modern insanın geleceğe yönelik abartılı planlar mı yapıyor?
Modern insanın geleceğe yönelik abartılı planlar mı yapıyor?
İnsanın şu anı yaşaması gerektiğini düşünüyor. Geçmişteki deneyimlerden kesinlikle bir şeyler öğrenilebilir fakat geçmiş geri gelmeyecektir. Gelecek ise sadece bir hayal ve eğer gerçeğe dönüşürse, onun gerçekliği şu anda. Batı için İslam'ı en açık şekilde yorumlayan insanlardan biri olan Hassan Gai Eaton "Allah'ın isimlerinden biri El- Hak, Hakikat. Aynı zamanda bu 'gerçek' olarak da çevrilebilir. Allah'ı anmayan ya da Allah'ı zikretmeyen biri, “gerçek” ile temas halinde değildir ve “gerçek” olanla temasta olmayan birinden genellikle deli olarak bahsedilebilir.
"ANINDA İLETİŞİM, ANINDA BİLGİ; NE KADAR
DOĞRU?"
Kitabında insanları uyandırmak için sufi menkıbelerinden de yararlanıyor. Bu menkıbelerden hikâyelerden bir örnek:
Kitabında insanları uyandırmak için sufi menkıbelerinden de yararlanıyor. Bu menkıbelerden hikâyelerden bir örnek:
Şeyh Muzaffer Efendi’nin anlattığı psikiyatri hastanesinde bulunan bir doktorun hikâyesini örnek olarak verebiliriz.
Doktor hastanedeki
ilk gününün sabahında bütün hastaların bir kapının önünde sıralandığını ve
teker teker odada kimin olduğunu öğrenmek için anahtar deliğinden baktıklarını
görmüş. Herkes sıraya girmiş ancak sabırsızlıktan öne geçeni sürekli
itiyorlarmış. Bu sürekli böyle devam etmiş ve tekrar sıranın başına gelmek
saatler almasına karşın itildikleri andan itibaren sıranın sonuna gidiyorlarmış
ve yeniden uzun süre bekliyorlarmış. Doktor merak ettiğinden o da sıraya dâhil
olmuş. Birkaç saat sonra onun sırası gelmiş. Odanın içine bakmak için anahtar
deliğine eğilmiş. Boş bir odadan başka hiçbir şey görmemiş ve şaşırmış. O
sırada kenara itilmiş ve bir şey kaçırdığını düşünmüş. Tekrar sıranın sonuna gitmiş.
Bir süre sonra önündeki adam ile konuşmaya başlamış; "Ben sıranın
başındaydım ve anahtar deliğinden baktığımda hiçbir şey görmedim." Adam
sormuş: "Ne kadar zamandır buradasınız?" Doktor: "Bugün benim
ilk günüm" demiş. O zaman deli adam şöyle cevap vermiş: "Deli misin
sen. Ben 10 yıldır buradayım ve henüz hiçbir şey görmedim ve sen sadece ilk
günden bir şey görmek istiyorsun."
Bundan ne anlamalıyız?
Bu hikâye dünyanın ne hale geldiğini gösteriyor. Anında bilgi sahibi olmak istiyoruz. Anında iletişim istiyoruz. Fakat kişiyi kişisel iletişimin dışına çıkartıyoruz. Modern insan, 50 yıl sonra olmayacak. 100 yıl içinde dünyada yeni insanlar olacak. İhtiyacımız olmayan şeylere karşı doyumsuz hale geldik. Şeyh Muzzaffer Efendi; "Zenginlik için gençliğimizde sağlığımızı harcıyoruz ve sonra da yaşlandığımızda sağlığımızı geri satın almak için elde ettiğimiz zenginliği harcıyoruz" derdi.
Bundan ne anlamalıyız?
Bu hikâye dünyanın ne hale geldiğini gösteriyor. Anında bilgi sahibi olmak istiyoruz. Anında iletişim istiyoruz. Fakat kişiyi kişisel iletişimin dışına çıkartıyoruz. Modern insan, 50 yıl sonra olmayacak. 100 yıl içinde dünyada yeni insanlar olacak. İhtiyacımız olmayan şeylere karşı doyumsuz hale geldik. Şeyh Muzzaffer Efendi; "Zenginlik için gençliğimizde sağlığımızı harcıyoruz ve sonra da yaşlandığımızda sağlığımızı geri satın almak için elde ettiğimiz zenginliği harcıyoruz" derdi.
SANAT KENDİMİ TANIMAM İÇİN
BİR ARAÇ
Kitabında zaman zaman mecazi göndermeler
var. Mesela okla yaralanan bir adamla ilgili verilen örnek gibi. Zihnimiz
gerçeği algılamada neden bu kadar direniyor
İnsanoğlu aldanıp,
tüketimciliğin ve tamahın hâkim olduğu bir dünyanın mutlu bir hayatın cevabı
olduğuna inanıyor. Franco Berardi “The Uprising: On Poetry and Finance” (Ayaklanma:
Şiir ve Finans Üzerine) adlı kitabında sorunu açıkça ifade etti. “Son on yılda
psiko-sosyal araştırmalar ve sanat, sinema ve roman fenomenoloijisi duygusal
ilişkilerde artan bir kırılganlığı ve zihinsel patolojilerde bir artışı ortaya
çıkardı: Yeni kuşağın kolektif deneyiminde dikkat eksikliği bozuklukları,
depresyon, panik ve intihar davranışı artmaktadır.”
Çok sayıda kitap ve belgesel film çekti.
Grafik ile uğraşıyor, aynı zamanda fotoğraf da çekiyor. En çok hangisinde
hoşlanıyor?
Resimden film yapmaya kadar
uğraştığı bütün sanatlar onun için kendimi tanımanın bir aracı olmuştur. Bir
söyleşisinde belirttiği şu söz bize en iyi cevabı vermektedir: Pythagorasçı
okulun girişinde şöyle yazar: “Kendini bil, her zaman ve her yerde.”
2 yorum :
wowww .its amazing,wonderful!!!!!!!
Bence de mükemmel :) Kökbir Dergisinin 3. sayısında çıkacak olan yazı
Yorum Gönder