Demlenmiş çay kokusuyla uyansam,
ilk gördüğüm gözlerin olsa
Kahvaltı hazır desende gitmesek, çay soğusa...
Mor beresi,
Yeşil atkısı,
Lacivert paltosu
Ve kırmızı şemsiyesi ile
Puslu ve yağmurlu havaya renk katarken,
Fondaki Van Morrison müzikleri ile de
Yağmura karşı sempati duyuyor…
Ona baktıkça günün kasvetli ve sıkıcı yanı
Göç eden kuşlar gibi uçuyor…
Ki ben bu havalarda
Oyuncağını kaybetmiş bir çocuk gibi mutsuz olurdum...
Yeşil atkısı,
Lacivert paltosu
Ve kırmızı şemsiyesi ile
Puslu ve yağmurlu havaya renk katarken,
Fondaki Van Morrison müzikleri ile de
Yağmura karşı sempati duyuyor…
Ona baktıkça günün kasvetli ve sıkıcı yanı
Göç eden kuşlar gibi uçuyor…
Ki ben bu havalarda
Oyuncağını kaybetmiş bir çocuk gibi mutsuz olurdum...
Küçük kız, erkek kardeşinin elinden tutmuş ve onu sağ yanına almıştı.
Solundan geçen arabalardan korumak istercesine.
Yürüyorlardı…
Yürüdükleri yol taşlı bir yoldu.
Köye yeni gelmiş olmalarının hüznü,
çekimserliği ve sevinci vardı gözlerinde,
ellerinde ve ayaklarında.
Kimseyi tanımıyor, kimseyle konuşamıyorlardı.
Küçük kız aklında 2 ekmeği tutmuştu,
erkek kardeşinden de 2 kilo şekeri tekrarlamasını istemişti.
Bakkala girdiler.
Annelerinin istediği şeyleri aldılar.
Bakkaldan çıktılar.
Ekmek hafif diye erkek kardeşine verdi küçük kız,
şekeri kendi aldı ve geldikleri yolu tersine yürüdüler.
Bu kadar...
Büyümek zorunda değildi.
Kardeşinin elini tutmak onun için en güzel,
en tarifi imkansız şeydi.
Yalnız değildi bir kere!
Elini tuttuğu kardeşi vardı, bahçeleri vardı,
söğüt ağacı vardı, tayları ve atları vardı, çardakları vardı…
Mutluluk nedir bilmiyordu.
Mutluluk bunlarmış.
Mutluluk söğüt ağacının altına gidip dallarıyla oynamak,
kardeşinin elini tutup bakkala gitmek,
çok yağmur yağdığı zaman cama başlarını yaslayıp
‘’Allah’ım anneannem evinde yalnız onu koru’’ diye dua etmek,
gelecekte neler olacağını düşünmemek…
İşte oracıkta ölebilmeliydik.
Daha fazla ilerlemeden hayatta.
Öyle durup dururken gitti ki ardından
yağan yağmur sadece beni değil
tüm şehri talan etti.
kalbim taşralı oysa benim.
anlamıyor;
“öyle bir gitmelerden…”
bir gün evlenirsek evimizde ev telefonu olsun, demiştim.
olsun, demişti.
arada bir bilmediğimiz numaraları arayıp
alo dedikten sonra kapatma oyununu oynar mıyız? demiştim.
oynarız, demişti.
bunları daha dün konuşmuştuk.
yada bana mı öyle geliyor?
şimdi ben karanlık bir yolun başındayım.
biri ışıkları söndürdü.
ne yapacağım? dedim
ya kalbim taşralı benim!
anlamıyor bu işlerden.
göğüs kafesimi rahatsız ediyor
kalbimin her saniye atıyor olması.
yoksa!
içeride kelebekler mi ölüyor?
kim üzülmeli onlar için?
bileklerim çok soğuk…
parmak uçlarım sırtına bir şey yazmak istiyor
bu soğukluk ile
sen “öyle bir giderken.”
çünkü sırtın giderken daha bir okunaklı oluyor.
izin ver parmak uçlarım sırtına bir kaç çizik atsın.
Buralar benimdi eskiden
Biz gökyüzüne bakarken
Ayaklarımız yere değmezdi
İnsanlar seyrederken
Buralar benimdi eskiden
Biz gökyüzüne bakarken
Ayaklarımız yere değmezdi
Seninle dans ederken
En dibe daldım
Kimseler duymaz
İçime baktım
Bir ömre doymaz
İçindeyim biraz dinlesen
Yüzün güler yaz ortası
Bu güneş kimin başımı döndüren
Seni beni bizden ettiren
Buralar benimdi eskiden
Biz korkmadan yüzerken
Ayaklarımız yere değmezdi
Avuçlarımız yanarken
Tek başıma kaldım
Kimseler duymaz
Umudum hayattan
Sevenler yorulmaz
Biz gökyüzüne bakarken
Ayaklarımız yere değmezdi
İnsanlar seyrederken
Buralar benimdi eskiden
Biz gökyüzüne bakarken
Ayaklarımız yere değmezdi
Seninle dans ederken
En dibe daldım
Kimseler duymaz
İçime baktım
Bir ömre doymaz
İçindeyim biraz dinlesen
Yüzün güler yaz ortası
Bu güneş kimin başımı döndüren
Seni beni bizden ettiren
Buralar benimdi eskiden
Biz korkmadan yüzerken
Ayaklarımız yere değmezdi
Avuçlarımız yanarken
Tek başıma kaldım
Kimseler duymaz
Umudum hayattan
Sevenler yorulmaz
girdabın ortasında
toz bulutlarının içindeyim
iliklerime kadar
gökyüzü karar verememişken kendi rengine
rengimi boyamışım
siyahın en karasına
sürüncemede kalmış bir yanım
sarsıyor bedenimi
sarsıyor ufkumun derinliklerini
suskun
ama sessiz olamayan ruhumun
musalla taşına meyletmiş dillerini
ücra bir köşede bekliyor azrailim
çıkmaz sokakların kuytuluklarında
suların genleştiği
kutup noktasının soğukluğunda
belki güneşin gölgesinde:
belki de manyetizmasını şaşıran
bir pusulanın kadranında
kaderimin çizgisinden kaçarken
yarınlarım yüzlerce metre yüksekte,
ipte salınan bir cambaz oluyorum bazen
ve kederimin orta yerinde buluyorum kendimi
yağmurlarla kucaklaşırken
avuçlarım
bedenimin ilikleri çözülüyor
bir sonbahar sabahında
düğmelerim kopuyor
rüzgarların şiddetinde savruluyorum
asırlık bir çınarın koynuna
bir çizik de ben atıyorum gövdesine
ve kusuyor gözlerim kinini
bu mu lan hayat
çocukların öldüğü dünya mı güzel!
toz bulutlarının içindeyim
iliklerime kadar
gökyüzü karar verememişken kendi rengine
rengimi boyamışım
siyahın en karasına
sürüncemede kalmış bir yanım
sarsıyor bedenimi
sarsıyor ufkumun derinliklerini
suskun
ama sessiz olamayan ruhumun
musalla taşına meyletmiş dillerini
ücra bir köşede bekliyor azrailim
çıkmaz sokakların kuytuluklarında
suların genleştiği
kutup noktasının soğukluğunda
belki güneşin gölgesinde:
belki de manyetizmasını şaşıran
bir pusulanın kadranında
kaderimin çizgisinden kaçarken
yarınlarım yüzlerce metre yüksekte,
ipte salınan bir cambaz oluyorum bazen
ve kederimin orta yerinde buluyorum kendimi
yağmurlarla kucaklaşırken
avuçlarım
bedenimin ilikleri çözülüyor
bir sonbahar sabahında
düğmelerim kopuyor
rüzgarların şiddetinde savruluyorum
asırlık bir çınarın koynuna
bir çizik de ben atıyorum gövdesine
ve kusuyor gözlerim kinini
bu mu lan hayat
çocukların öldüğü dünya mı güzel!
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)