düşler alemine dal
yoksa bir slogan seni de devirir
onların kökleridir ağaçlar
ve rüzgar da rüzgardır
yüreğine güven
denizler tutuşsa da
ve aşkla yaşa
yıldızlar geri çekilse de
geçmişi onurlandır
ama geleceği kucakla
ve dans ederek bu düğünde
unutuver ölümü
itibar etme bir dünyaya
hain ve kahramanlarla dolu olan
Bir hekim bir hastaya gider ve ona şunu söyler:
“Sıtmanız var. Bugün hiçbir şey yemeyiniz ve yalnız su içiniz.”
Hasta ona inanır teşekkür eder ve ücretini verir.
Filozof da bir cahile şöyle der:
“Azgın arzularınızın sonu yok. Endişeleriniz adi ve sefildir. Kanaatleriniz sahtedir, yanlıştır.”
Cahil öfkelenerek çıkıp gider ve tahkir edildiğinin söyler.
Bu fark nereden geliyor?
Çünkü hasta ağrısını duyar, fakat cahil bu acıyı duymaz.
— Epiktetos, Düşünceler ve Sohbetler
“Sıtmanız var. Bugün hiçbir şey yemeyiniz ve yalnız su içiniz.”
Hasta ona inanır teşekkür eder ve ücretini verir.
Filozof da bir cahile şöyle der:
“Azgın arzularınızın sonu yok. Endişeleriniz adi ve sefildir. Kanaatleriniz sahtedir, yanlıştır.”
Cahil öfkelenerek çıkıp gider ve tahkir edildiğinin söyler.
Bu fark nereden geliyor?
Çünkü hasta ağrısını duyar, fakat cahil bu acıyı duymaz.
— Epiktetos, Düşünceler ve Sohbetler
Çoğu anne baba çocuklarını üzmemek için her istediklerine "evet" demekten kaçınmaz ve onların doyumsuz bireyler olarak yetişmelerine neden olur. Böylece evlatlarımız hayatlarını yönlendirme konusunda yetersiz kalıp, kendilerini ciddi sorun yumakları içinde bulur. Zira bugünün doyumsuz çocukları, geleceğin tatminsiz bireyleri olmaya adaydır. Bu tatminsizlikleri her şeye yansır. Elindekilerle hiçbir zaman yetinmez, hep daha fazlasını ve daha yenisini isterler. Bu sayede tatmin olacaklarını sansalar da, arzu ettikleri şey, elde edildiği andan itibaren hemen eskir ve değersizleşir. Bugün oyuncaklarını kolayca eskiten ve atan çocuk, yarın hayatındaki insanları da kullanılıp tüketilecek bir eşya gibi görmeye başlayacaktır.
Doyumsuz olarak yetişen çocuklar sorunlu kişilikler sergiler. Fedakarlık yapamaz, sıkıntıya gelemez, sorumluluk alamazlar. Şükretmek ve sabretmek onlar için çok uzak kavramlardır. Bencil ve tahammülsüzdürler. Kolay kolay sağlıklı bir ilişki kuramazlar. Başta ebeveynleri olmak üzere herkesle sorun yaşarlar. İnsanlığın kendi emirlerinde olduğunu düşünürler. Dünyanın etraflarında döndüğü varsayımıyla herkesten özel ilgi ve saygı beklerler. Bunu göremediklerinde ise depresif ve mutsuz olurlar. Böylece iş ve sosyal yaşamlarında, beklenilen başarıyı gösteremeyen bireyler olarak yetişirler.
HER İSTEDİĞİNİ SATIN ALMAYIN
Uzmanların ortak görüşleri, "Çocuklarınızın her istediğini almayın. Çünkü az şeye sahip olan kişi, sonradan elde ettiği şeylerin kıymetini de bilir" yönündedir. Çocuğunun her arzusunu yerine getiren ebeveynin "Hiçbir şeyden memnun olmuyor, hiçbir şeyin kıymetini bilmiyor" diye yakınması da kaçınılmaz olur. Bu kıymet bilmezlik anne baba ilişkileri dahil her şeyde kendini gösterir. Çocuk kendisine sürekli bir şeyler almakta olan ebeveyninin tutumuna alışmış olduğundan zamanla, "Bu sizin göreviniz, almak ve yapmak mecburiyetindesiniz" demeye başlar.
Psikolojik Danışman Ümmühan Yamanoğlu, sürekli maddi şeylerle ödüllendirilen çocuğun, manevi değerlerle kendini motive etmeyi öğrenemeyeceğini belirterek ekliyor: "İstedikleri her şeyin altın tabak içinde sunulması onların çalışma şevkinden yoksun büyümelerine neden oluyor."
Klinik Psikolog Çiğdem Bilgen, çocuklarımızın gerçek ihtiyaç ve duygularını anlamanın önemini şöyle açıklıyor: "Bazen çocuklar, duygusal bir ihtiyacı tatmin için somut nesnelere yönelir. Asıl ihtiyacı vitrindeki oyuncak olmadığı için, o oyuncağa olan ilgisi çok kısa bir sürede geçer ve çocuk yeni bir istekle karşımıza çıkabilir. Çocuğun isteklerinin altında çoğu zaman bir yakınlık ihtiyacı veya duygusal bir boşluk, hayal kırıklığı vardır. Gerçek ihtiyacı anlaşılır ve karşılanırsa, çocuğun nesnelere gereksinimi de kalmayacaktır."
HER İSTEĞİNE "EVET" DEMEYİN
Çocuklarımızla yeterince ilgilenemediğimizi düşündüğümüzde, suçluluk duyarız. Bu suçluluğumuzu bertaraf etme yöntemimiz de, genelde onların her isteğine boyun eğmek şeklinde tezahür eder. "Hayır" cevabını duymamış çocuk, ileriki yaşlarda da aynı alışkanlıkla çok rahat bir şekilde makul olmayan şeyler isteyip, talepleri yerine getirilmediğinde çılgına dönebilir. Çünkü Ümmühan Yamanoğlu'nun da belirttiği gibi, her istediğine zahmetsiz kavuşan çocuklar, gerçek hayatla yüzleşince bocalar. Pasif, özgüveni eksik, hazır yiyici kimseler olarak yetiştikleri için, üretme yerine tüketme odaklı bir yaşam sürerler.
Bazı zamanlarda da uyanıklık yapan çocuklar, başkalarının yanında ebeveyne manevi baskı uygulayarak "Evet" dedirtmeye çalışırlar. Ailelerin buna mahal vermeyip, yapmayı reddedecekleri bir istek söz konusuysa, utanmadan "Hayır" diyebilmeleri gerekir.
HER İŞİNİ SİZ YAPMAYIN
Anne babalar ya kıyamadıklarından ya da beceremeyeceklerini düşündüklerinden çocuklarına sorumluluk vermekten kaçınır, onların her türlü işini kendileri yapar. Bu da o çocukları, sorumluluklarını yerine getiremeyen, en ufak görevin bile altından kalkamayan kimseler haline getirir. Bugün, 25 yaşında olup temizlik ve yemek yapmayı bilmeyen kızlar ya da evde tek kalınca kendi sofrasını hazırlayamayan erkekler mevcut. Ve bunun için en ufak bir kaygı veya utanma duymuyorlar. Çünkü onların dünyasında böyle bir sorumluluğun sahibi zaten kendileri değil! Bu durumu önlemek için çocuklarımıza, yaşlarına uygun sorumluluklar vermemiz gerekir. Ona evin patronu olmadığını, bilakis üzerine düşenleri yapması gereken bir aile ferdi olduğunu hissettirmemiz çok büyük
önem taşır.
Çalışan bir anne olan Dr. Nimet Hanım, çok iyi şartlarda büyütüp her türlü isteğini yerine getirdiği 13 yaşındaki kızıyla ilgili şunları anlatıyor: "Bir gün köydeki görümcemle konuşuyorduk. Bana "Kızın da büyüdü. Artık sana ev işlerinde yardımcı olur, kardeşine de bakar. Bakıcılarla uğraşmak zorunda kalmazsın" dedi. Doğrusu bu söz üzerine çok şaşırdım. Çünkü ben ona bile bakıcı tutuyordum. Zira kızım hiçbir şey yapmak istemiyor, her şeyden şikayet ediyordu. Tatilde yaz okuluna gitmek istemeyince, ben de onu köye gönderdim. Bir gün yayladaki görümcemi arayıp kızımın ne yaptığını sorduğumda, gayet doğal bir şekilde "Sobayı yakıyor" dedi. Kulaklarıma inanamadım. El bebek gül bebek yetiştirdiğim, "Şuradan kalk da şuraya otur" dediğimde bile rahatsız olan kızım, meğer yayladaki işbölümü sonucu payına düşen tüm görevleri mükemmel biçimde yerine getiriyormuş. İşte o tatil dönüşü kızım çok değişti. Önceden defalarca söyleyerek yaptırabildiğim bir şeyi, ben hatırlatmadan yapar oldu. Artık eskisine göre sorumluluklarını daha iyi biliyor ve daha huzurlu."
SAYGI SINIRINA DİKKAT EDİN
Bazı anne babalar çocuklarının kendilerine karşı saygısız davranış ve hitaplarına göz yumar. "O daha çocuk" diyerek evlatlarının yaptıklarını görmezden gelir, hafife alırlar. Fakat unutulmamalıdır ki, saygı duyulmayan bir anne babanın hiçbir söz, davranış ve tavsiyesi dikkate alınmaz. O nedenle eğitimde aşırı duygusallık göstermek, çocuğunu kırmamak için ikaz etmekten kaçınmak, ona yapılmış bir iyilik değil, bilakis kötülüktür.
DİSİPLİN VE OTORİTE ÖNEMLİ
Araştırmalar gösteriyor ki, otorite sahibi olmayan ebeveynlerin çocukları "Hayır'ı cevap olarak kabul edemiyor. Satın alınacak eşyadan, yapılacak işe, hatta uygunsuz bir davranışa kadar her konuda özgür olmayı ve onaylanmayı bekliyorlar. Oysa Psikolog Şeyda Özdalga'ya göre, "Çocuklar anne-babalarından, gerçek birer anne-baba olmalarını ister. Ebeveynlerinden, sınırları belirlemede kararlı olmalarını ve kendilerine güvenecekleri sınırları sağlamalarını beklerler." Çocuğun disiplin sorunu, ebeveynin ya fazla katı, ya tutarsız, ya da lüzumsuzca tavizkar davranmasından kaynaklanır. Bu anlamda, dozunda gösterilecek disiplin kimi zaman çocuğun canını sıkabilir. Ama onu dışarıdaki hayatın şartlarına daha gerçekçi hazırlamak için de gereklidir.
Diğer bir problem de "Hayır" dedikten sonra çocuğumuz ısrar ediyor ve mızmızlanıyor diye, cevabın "Evet'e çevrilmesidir. Böylece bir kez aralanan kapı, çocuk tarafından hep zorlanacaktır. Halbuki evlatlar, anne babalarının "Hayır" cevabını ne kadar huysuzlansalar da değiştiremeyeceklerini bilirlerse kabullenmeyi de öğrenirler.
ÇOCUKLARINIZI FANUSUN İÇİNDE BÜYÜTMEYİN
Çocuklar lüzumundan fazla pohpohlandığında, egoları onları olumsuz etkilemeye başlar. Fanus içindeki korunaklı yaşamlarından uzaklaşıp gerçek hayata karıştıklarında, topluma uyum sağlamaları oldukça güçleşir. Beklentilerini ve görmeye alıştıkları ilgiyi bulamamak onları depresif bir hale getirir. Çünkü kendilerine prens ya da prenses muamelesi yapan anne-babalarının aksine, hayat içerisinde türlü zorluklarla ve pek çok insanla uğraşmaları gerektiğini görürler. Bununla başa çıkmaları ve aşırı ilgiden yoksun yaşamaları güç olduğundan, toplum içerisinde dengesiz ve sağlıksız bir tablo çizerler.
SABRI VE ŞÜKRÜ ÖĞRETİN
Çocuklara, istedikleri her şeye hemen ulaşamayacakları, çalışmaları, bedel ödemeleri, beklemeleri ve sabretmeleri gerektiği, onların anlayacağı tarzda anlatılmalıdır. Onun sahip olduğu nimetlerden yoksun yaşayanlar gösterilerek, şükretmenin önemine dikkat çekilmelidir. Hatta uzmanlar, çocukların zaman zaman belli yoksunluklar içerisinde bırakılmaları da tavsiye etmektedirler.
Bir dediğini iki etmediği, büyük imkanlar içinde büyüttüğü kızını, köy şartlarında yaşayan görümcesinin yanına gönderen Dr. Nimet Hanım, "Aslında bütün tatminsiz çocukları yoksunluk içindeki köylere biraz göndermek lazım" diyor ve ekliyor: "Onlara çok büyük nimetlere sahip olduklarını anlatmak yetmiyor. Belki de elindekilerin kıymetini anlayabilmeleri için sıkıntı içindeki insanları bizzat görmeleri ve o sıkıntıları bir süre yaşamaları gerekiyor."
HAYIR İŞLERİYLE UĞRAŞMASINI SAĞLAYIN
Psikiyatrist Mustafa Merter "Dokuz Yüz Katlı İnsan" eserinde, tatminsiz çocuklara ve sorunlu insanlara hayır yapmayı tavsiye ediyor. Merter, yardıma muhtaç insanların ihtiyaçlarının bizzat karşılanmaya çalışılması ve o insanlarla yakın iletişim kurulmasının kişinin psikolojik sorunlarının giderilmesinde etkili bir yöntem olduğunu belirterek şu açıklamaları yapıyor: "Benim tavsiyem size sorun yaşatan çocuklarınızı da alarak bu ziyaretlere (muhtaçların bulunduğu yerler) beraberce gidin. Bir süre sonra mucizevi gelişmeler olacak. Bitmek tükenmek bilmeyen maddi istekleri de, doyumsuzlukları da giderek azalacak. Yeni bir cep telefonu istediklerinde o cep telefonunun Nijer'de yiyecek bulamayan yüz çocuğu, bir ay açlıktan kurtarabileceğini anladıklarında, başlarını önlerine eğip kanaat halinin o kelimelere sığmayan bilgeliğini ve kemalini yaşayacaklar. Özellikle zengin ailelere tavsiyem dünyadaki fakir ülkeleri, aileleriyle birlikte ziyaret etmeleri ve yardım programlarına katılmaları."
ÜMMÜHAN YAMANOĞLU PSİKOLOJİK DANIŞMAN: "ŞİMDİKİ ÇOCUKLAR DOYUMSUZ"
Çocuğunuzun "Hayır" cevabında hissettiği hayal kırıklığı çabuk geçer. Ama "şımarıklık" kalıcıdır. Onlara bir amaçları olması gerektiğini öğretin. İyi şeylere sahip olmakta bir sakınca olmadığını, ancak bunlara ulaşmak için gerçekten çalışmak gerektiğini gösterin. Bu şekilde öz değerlerini satın aldıkları maddi şeylerde bulmaya çalışmasınlar. Belki de artık istediklerini alabilmeleri için hak etmeyi öğrenmeleri; istekleri için umutla, heyecanla beklemenin tadına varmaları gerekiyordur. Çocuğun temel ihtiyaçlarının yanında, ebeveynin hoş görüp çocuğuna sunduğu fırsatlar normaldir. Fakat bu imkan ve fırsatlarla zamansız ve abartılı bir şekilde tanışan çocuklarda doyumsuzlukla birlikte sorumsuzluk duygusu kaçınılmazdır.
PERİHAN GÜL PEDAGOG: "ERKEN DÖNEMDE NELER YAPILABİLİR?"
1- Bebeklikten itibaren çocukları televizyondan özellikle de reklamlardan uzak tutmak gerekir. Özellikle okul öncesi dönemde kumanda hep anne-babanın elinde olmalıdır. Çocuklara 5-6 yaşından itibaren reklamın hangi amaçla yapıldığı, ne gibi zararları olduğu anlatılabilir.
2- Sürekli tüketen değil üreten bir nesil yetiştirmek gerekir. Bunun için mesela çorabının altı eskimişse üst kısmından bebeğine etek yapması öğretilebilir.
3- Çocuklar emek harcayarak ihtiyacını karşılamaya teşvik edilmelidir. Çok sevdiği bir arabayı veya bebeği kumbarasında biriktirdiği parasıyla almasını sağlayabilirsiniz. 5 yaşından itibaren çocuklar bunu başarabilir.
4- Çocukta sebat (yaptığı bir işi devam ettirebilme becerisi) duygusunu geliştirmek gerekir. Bu anlamda, 5-6 yaşındaki erkek çocuklarının maketle bir ev veya gemi yapması, kız çocukların etamin üzerine sevdiği figürleri işlemesi sanıldığı kadar önemsiz eylemler değildir.
5- Mütevazı bir hayat sürerek çocuklara örnek olunmalı. İhtiyaç fazlasında başkalarının da haklarının olduğunu bilmek ve çocukları da dahil ederek ihtiyaç sahiplerine yardım etmek büyük önem taşır.
6- "Ben görmedim, bari çocuğum görsün" diyerek aşırıya kaçmamak gerekir. En pahalısından değil ortalama olanından almak yeterlidir."
Kaynak: Semerkand Aile Dergisi
Doyumsuz olarak yetişen çocuklar sorunlu kişilikler sergiler. Fedakarlık yapamaz, sıkıntıya gelemez, sorumluluk alamazlar. Şükretmek ve sabretmek onlar için çok uzak kavramlardır. Bencil ve tahammülsüzdürler. Kolay kolay sağlıklı bir ilişki kuramazlar. Başta ebeveynleri olmak üzere herkesle sorun yaşarlar. İnsanlığın kendi emirlerinde olduğunu düşünürler. Dünyanın etraflarında döndüğü varsayımıyla herkesten özel ilgi ve saygı beklerler. Bunu göremediklerinde ise depresif ve mutsuz olurlar. Böylece iş ve sosyal yaşamlarında, beklenilen başarıyı gösteremeyen bireyler olarak yetişirler.
HER İSTEDİĞİNİ SATIN ALMAYIN
Uzmanların ortak görüşleri, "Çocuklarınızın her istediğini almayın. Çünkü az şeye sahip olan kişi, sonradan elde ettiği şeylerin kıymetini de bilir" yönündedir. Çocuğunun her arzusunu yerine getiren ebeveynin "Hiçbir şeyden memnun olmuyor, hiçbir şeyin kıymetini bilmiyor" diye yakınması da kaçınılmaz olur. Bu kıymet bilmezlik anne baba ilişkileri dahil her şeyde kendini gösterir. Çocuk kendisine sürekli bir şeyler almakta olan ebeveyninin tutumuna alışmış olduğundan zamanla, "Bu sizin göreviniz, almak ve yapmak mecburiyetindesiniz" demeye başlar.
Psikolojik Danışman Ümmühan Yamanoğlu, sürekli maddi şeylerle ödüllendirilen çocuğun, manevi değerlerle kendini motive etmeyi öğrenemeyeceğini belirterek ekliyor: "İstedikleri her şeyin altın tabak içinde sunulması onların çalışma şevkinden yoksun büyümelerine neden oluyor."
Klinik Psikolog Çiğdem Bilgen, çocuklarımızın gerçek ihtiyaç ve duygularını anlamanın önemini şöyle açıklıyor: "Bazen çocuklar, duygusal bir ihtiyacı tatmin için somut nesnelere yönelir. Asıl ihtiyacı vitrindeki oyuncak olmadığı için, o oyuncağa olan ilgisi çok kısa bir sürede geçer ve çocuk yeni bir istekle karşımıza çıkabilir. Çocuğun isteklerinin altında çoğu zaman bir yakınlık ihtiyacı veya duygusal bir boşluk, hayal kırıklığı vardır. Gerçek ihtiyacı anlaşılır ve karşılanırsa, çocuğun nesnelere gereksinimi de kalmayacaktır."
HER İSTEĞİNE "EVET" DEMEYİN
Çocuklarımızla yeterince ilgilenemediğimizi düşündüğümüzde, suçluluk duyarız. Bu suçluluğumuzu bertaraf etme yöntemimiz de, genelde onların her isteğine boyun eğmek şeklinde tezahür eder. "Hayır" cevabını duymamış çocuk, ileriki yaşlarda da aynı alışkanlıkla çok rahat bir şekilde makul olmayan şeyler isteyip, talepleri yerine getirilmediğinde çılgına dönebilir. Çünkü Ümmühan Yamanoğlu'nun da belirttiği gibi, her istediğine zahmetsiz kavuşan çocuklar, gerçek hayatla yüzleşince bocalar. Pasif, özgüveni eksik, hazır yiyici kimseler olarak yetiştikleri için, üretme yerine tüketme odaklı bir yaşam sürerler.
Bazı zamanlarda da uyanıklık yapan çocuklar, başkalarının yanında ebeveyne manevi baskı uygulayarak "Evet" dedirtmeye çalışırlar. Ailelerin buna mahal vermeyip, yapmayı reddedecekleri bir istek söz konusuysa, utanmadan "Hayır" diyebilmeleri gerekir.
HER İŞİNİ SİZ YAPMAYIN
Anne babalar ya kıyamadıklarından ya da beceremeyeceklerini düşündüklerinden çocuklarına sorumluluk vermekten kaçınır, onların her türlü işini kendileri yapar. Bu da o çocukları, sorumluluklarını yerine getiremeyen, en ufak görevin bile altından kalkamayan kimseler haline getirir. Bugün, 25 yaşında olup temizlik ve yemek yapmayı bilmeyen kızlar ya da evde tek kalınca kendi sofrasını hazırlayamayan erkekler mevcut. Ve bunun için en ufak bir kaygı veya utanma duymuyorlar. Çünkü onların dünyasında böyle bir sorumluluğun sahibi zaten kendileri değil! Bu durumu önlemek için çocuklarımıza, yaşlarına uygun sorumluluklar vermemiz gerekir. Ona evin patronu olmadığını, bilakis üzerine düşenleri yapması gereken bir aile ferdi olduğunu hissettirmemiz çok büyük
önem taşır.
Çalışan bir anne olan Dr. Nimet Hanım, çok iyi şartlarda büyütüp her türlü isteğini yerine getirdiği 13 yaşındaki kızıyla ilgili şunları anlatıyor: "Bir gün köydeki görümcemle konuşuyorduk. Bana "Kızın da büyüdü. Artık sana ev işlerinde yardımcı olur, kardeşine de bakar. Bakıcılarla uğraşmak zorunda kalmazsın" dedi. Doğrusu bu söz üzerine çok şaşırdım. Çünkü ben ona bile bakıcı tutuyordum. Zira kızım hiçbir şey yapmak istemiyor, her şeyden şikayet ediyordu. Tatilde yaz okuluna gitmek istemeyince, ben de onu köye gönderdim. Bir gün yayladaki görümcemi arayıp kızımın ne yaptığını sorduğumda, gayet doğal bir şekilde "Sobayı yakıyor" dedi. Kulaklarıma inanamadım. El bebek gül bebek yetiştirdiğim, "Şuradan kalk da şuraya otur" dediğimde bile rahatsız olan kızım, meğer yayladaki işbölümü sonucu payına düşen tüm görevleri mükemmel biçimde yerine getiriyormuş. İşte o tatil dönüşü kızım çok değişti. Önceden defalarca söyleyerek yaptırabildiğim bir şeyi, ben hatırlatmadan yapar oldu. Artık eskisine göre sorumluluklarını daha iyi biliyor ve daha huzurlu."
SAYGI SINIRINA DİKKAT EDİN
Bazı anne babalar çocuklarının kendilerine karşı saygısız davranış ve hitaplarına göz yumar. "O daha çocuk" diyerek evlatlarının yaptıklarını görmezden gelir, hafife alırlar. Fakat unutulmamalıdır ki, saygı duyulmayan bir anne babanın hiçbir söz, davranış ve tavsiyesi dikkate alınmaz. O nedenle eğitimde aşırı duygusallık göstermek, çocuğunu kırmamak için ikaz etmekten kaçınmak, ona yapılmış bir iyilik değil, bilakis kötülüktür.
DİSİPLİN VE OTORİTE ÖNEMLİ
Araştırmalar gösteriyor ki, otorite sahibi olmayan ebeveynlerin çocukları "Hayır'ı cevap olarak kabul edemiyor. Satın alınacak eşyadan, yapılacak işe, hatta uygunsuz bir davranışa kadar her konuda özgür olmayı ve onaylanmayı bekliyorlar. Oysa Psikolog Şeyda Özdalga'ya göre, "Çocuklar anne-babalarından, gerçek birer anne-baba olmalarını ister. Ebeveynlerinden, sınırları belirlemede kararlı olmalarını ve kendilerine güvenecekleri sınırları sağlamalarını beklerler." Çocuğun disiplin sorunu, ebeveynin ya fazla katı, ya tutarsız, ya da lüzumsuzca tavizkar davranmasından kaynaklanır. Bu anlamda, dozunda gösterilecek disiplin kimi zaman çocuğun canını sıkabilir. Ama onu dışarıdaki hayatın şartlarına daha gerçekçi hazırlamak için de gereklidir.
Diğer bir problem de "Hayır" dedikten sonra çocuğumuz ısrar ediyor ve mızmızlanıyor diye, cevabın "Evet'e çevrilmesidir. Böylece bir kez aralanan kapı, çocuk tarafından hep zorlanacaktır. Halbuki evlatlar, anne babalarının "Hayır" cevabını ne kadar huysuzlansalar da değiştiremeyeceklerini bilirlerse kabullenmeyi de öğrenirler.
ÇOCUKLARINIZI FANUSUN İÇİNDE BÜYÜTMEYİN
Çocuklar lüzumundan fazla pohpohlandığında, egoları onları olumsuz etkilemeye başlar. Fanus içindeki korunaklı yaşamlarından uzaklaşıp gerçek hayata karıştıklarında, topluma uyum sağlamaları oldukça güçleşir. Beklentilerini ve görmeye alıştıkları ilgiyi bulamamak onları depresif bir hale getirir. Çünkü kendilerine prens ya da prenses muamelesi yapan anne-babalarının aksine, hayat içerisinde türlü zorluklarla ve pek çok insanla uğraşmaları gerektiğini görürler. Bununla başa çıkmaları ve aşırı ilgiden yoksun yaşamaları güç olduğundan, toplum içerisinde dengesiz ve sağlıksız bir tablo çizerler.
SABRI VE ŞÜKRÜ ÖĞRETİN
Çocuklara, istedikleri her şeye hemen ulaşamayacakları, çalışmaları, bedel ödemeleri, beklemeleri ve sabretmeleri gerektiği, onların anlayacağı tarzda anlatılmalıdır. Onun sahip olduğu nimetlerden yoksun yaşayanlar gösterilerek, şükretmenin önemine dikkat çekilmelidir. Hatta uzmanlar, çocukların zaman zaman belli yoksunluklar içerisinde bırakılmaları da tavsiye etmektedirler.
Bir dediğini iki etmediği, büyük imkanlar içinde büyüttüğü kızını, köy şartlarında yaşayan görümcesinin yanına gönderen Dr. Nimet Hanım, "Aslında bütün tatminsiz çocukları yoksunluk içindeki köylere biraz göndermek lazım" diyor ve ekliyor: "Onlara çok büyük nimetlere sahip olduklarını anlatmak yetmiyor. Belki de elindekilerin kıymetini anlayabilmeleri için sıkıntı içindeki insanları bizzat görmeleri ve o sıkıntıları bir süre yaşamaları gerekiyor."
HAYIR İŞLERİYLE UĞRAŞMASINI SAĞLAYIN
Psikiyatrist Mustafa Merter "Dokuz Yüz Katlı İnsan" eserinde, tatminsiz çocuklara ve sorunlu insanlara hayır yapmayı tavsiye ediyor. Merter, yardıma muhtaç insanların ihtiyaçlarının bizzat karşılanmaya çalışılması ve o insanlarla yakın iletişim kurulmasının kişinin psikolojik sorunlarının giderilmesinde etkili bir yöntem olduğunu belirterek şu açıklamaları yapıyor: "Benim tavsiyem size sorun yaşatan çocuklarınızı da alarak bu ziyaretlere (muhtaçların bulunduğu yerler) beraberce gidin. Bir süre sonra mucizevi gelişmeler olacak. Bitmek tükenmek bilmeyen maddi istekleri de, doyumsuzlukları da giderek azalacak. Yeni bir cep telefonu istediklerinde o cep telefonunun Nijer'de yiyecek bulamayan yüz çocuğu, bir ay açlıktan kurtarabileceğini anladıklarında, başlarını önlerine eğip kanaat halinin o kelimelere sığmayan bilgeliğini ve kemalini yaşayacaklar. Özellikle zengin ailelere tavsiyem dünyadaki fakir ülkeleri, aileleriyle birlikte ziyaret etmeleri ve yardım programlarına katılmaları."
ÜMMÜHAN YAMANOĞLU PSİKOLOJİK DANIŞMAN: "ŞİMDİKİ ÇOCUKLAR DOYUMSUZ"
Çocuğunuzun "Hayır" cevabında hissettiği hayal kırıklığı çabuk geçer. Ama "şımarıklık" kalıcıdır. Onlara bir amaçları olması gerektiğini öğretin. İyi şeylere sahip olmakta bir sakınca olmadığını, ancak bunlara ulaşmak için gerçekten çalışmak gerektiğini gösterin. Bu şekilde öz değerlerini satın aldıkları maddi şeylerde bulmaya çalışmasınlar. Belki de artık istediklerini alabilmeleri için hak etmeyi öğrenmeleri; istekleri için umutla, heyecanla beklemenin tadına varmaları gerekiyordur. Çocuğun temel ihtiyaçlarının yanında, ebeveynin hoş görüp çocuğuna sunduğu fırsatlar normaldir. Fakat bu imkan ve fırsatlarla zamansız ve abartılı bir şekilde tanışan çocuklarda doyumsuzlukla birlikte sorumsuzluk duygusu kaçınılmazdır.
PERİHAN GÜL PEDAGOG: "ERKEN DÖNEMDE NELER YAPILABİLİR?"
1- Bebeklikten itibaren çocukları televizyondan özellikle de reklamlardan uzak tutmak gerekir. Özellikle okul öncesi dönemde kumanda hep anne-babanın elinde olmalıdır. Çocuklara 5-6 yaşından itibaren reklamın hangi amaçla yapıldığı, ne gibi zararları olduğu anlatılabilir.
2- Sürekli tüketen değil üreten bir nesil yetiştirmek gerekir. Bunun için mesela çorabının altı eskimişse üst kısmından bebeğine etek yapması öğretilebilir.
3- Çocuklar emek harcayarak ihtiyacını karşılamaya teşvik edilmelidir. Çok sevdiği bir arabayı veya bebeği kumbarasında biriktirdiği parasıyla almasını sağlayabilirsiniz. 5 yaşından itibaren çocuklar bunu başarabilir.
4- Çocukta sebat (yaptığı bir işi devam ettirebilme becerisi) duygusunu geliştirmek gerekir. Bu anlamda, 5-6 yaşındaki erkek çocuklarının maketle bir ev veya gemi yapması, kız çocukların etamin üzerine sevdiği figürleri işlemesi sanıldığı kadar önemsiz eylemler değildir.
5- Mütevazı bir hayat sürerek çocuklara örnek olunmalı. İhtiyaç fazlasında başkalarının da haklarının olduğunu bilmek ve çocukları da dahil ederek ihtiyaç sahiplerine yardım etmek büyük önem taşır.
6- "Ben görmedim, bari çocuğum görsün" diyerek aşırıya kaçmamak gerekir. En pahalısından değil ortalama olanından almak yeterlidir."
Kaynak: Semerkand Aile Dergisi
Bir zamanlar Afrika’daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü.
Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: “Bunda da bir hayır var!”
Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın başparmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi:
- Bunda da bir hayır var!
Kral acı ve öfkeyle bağırdı:
- Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?
Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.
Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamı ile birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları yakaladı ve köylerine götürdü. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını fark ettiler. Bu kabile, uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insan yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.
Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı.
- Haklıymışsın, dedi. Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum. Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi.
- Hayır diye karşılık verdi arkadaşı. Bunda da bir hayır var.
- Ne diyorsun Allah aşkına? diye hayretle bağırdı kral. En yakın arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir.
- Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi?
Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: “Bunda da bir hayır var!”
Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın başparmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi:
- Bunda da bir hayır var!
Kral acı ve öfkeyle bağırdı:
- Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?
Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.
Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamı ile birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları yakaladı ve köylerine götürdü. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını fark ettiler. Bu kabile, uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insan yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.
Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı.
- Haklıymışsın, dedi. Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum. Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi.
- Hayır diye karşılık verdi arkadaşı. Bunda da bir hayır var.
- Ne diyorsun Allah aşkına? diye hayretle bağırdı kral. En yakın arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir.
- Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi?
Az önce bir kez daha karar verdim ki;
-Ben yerli yazar okumamalıyım.
-Duygularını net bir şekilde ifade edip hissetmeme neden olabilen yazar okumamalıyım.
-Ülke gündemini yakınen takip edip sinir olduğum olayları anlatan yazar okumamalıyım.
-Gördüğüm ama değistirmeye gücüm yetmediği için bireysel olarak yapabildiğimden öteye geçemediğim olayları anlatan yazar okumamalıyım.
Sonra sonuç bu oluyor işte. Gevşemek için oturduğum köşede dişlerimi kasmış buluyorum kendimi.
Napıyorduk?
Görmedim, duymadım, söylemedim.
Bu ülkede gördükçe duydukça konuştukça suçlusun unutma!!!
-Ben yerli yazar okumamalıyım.
-Duygularını net bir şekilde ifade edip hissetmeme neden olabilen yazar okumamalıyım.
-Ülke gündemini yakınen takip edip sinir olduğum olayları anlatan yazar okumamalıyım.
-Gördüğüm ama değistirmeye gücüm yetmediği için bireysel olarak yapabildiğimden öteye geçemediğim olayları anlatan yazar okumamalıyım.
Sonra sonuç bu oluyor işte. Gevşemek için oturduğum köşede dişlerimi kasmış buluyorum kendimi.
Napıyorduk?
Görmedim, duymadım, söylemedim.
Bu ülkede gördükçe duydukça konuştukça suçlusun unutma!!!
Babama neyim var diye sordum.
O da birşeyin yok oğlum dedi.
Ben elimi sağ ayağıma attığımda yerindeydi. Fakat elimi sol ayağıma attığımda yerinde yoktu...
Babama sol ayağıma ne oldu diye sordum.
O da:"Birşeyin yok oğlum, ayağın ağrıyor o yüzden büktük." dedi.
Ben de "Böyle birşey olmaz ayağım yok!" diye bağırdım.
Yan tarafa baktığımda ayağımı bir poşetin içinde gördüm. Onu gömmeye gideceklerdi.
Her şeye rağmen ELHAMDÜLİLLAH!!!
O da birşeyin yok oğlum dedi.
Ben elimi sağ ayağıma attığımda yerindeydi. Fakat elimi sol ayağıma attığımda yerinde yoktu...
Babama sol ayağıma ne oldu diye sordum.
O da:"Birşeyin yok oğlum, ayağın ağrıyor o yüzden büktük." dedi.
Ben de "Böyle birşey olmaz ayağım yok!" diye bağırdım.
Yan tarafa baktığımda ayağımı bir poşetin içinde gördüm. Onu gömmeye gideceklerdi.
Her şeye rağmen ELHAMDÜLİLLAH!!!
Gelme, oralar sana yakıştı.
Buradan gittin gideli çok güzel bir yer artık burası.
Bende sensiz çok iyiyim burada.
O bildiğin ben yok neredeyse...
Artık geceleri o kadar ağlamıyorum mesela
Güneşin doğuşunu ıslak gözler ile izlemez oldum.
Eskisi kadar geç saatlerece oturup, erkenden de kalkma huyum yok.
Yemekler daha bir lezzetli geliyor, zehir olmuyor artık yanlız oturduğum sofralar.
Şarkıları sadece dalıp gitmek için dinleyen ben eşlik ediyorum artık tüm çalanlara.
Artık çayı bile aramaz oldum düşünsene
Kahve içemeyi bile çaya tercih ediyorum desem inanır mısın?
Anlayacağın seninle aynı şehirde iken çektiğim acılar artık o kadar değil.
Orası da seninle güzelleşmiş diyorlar
Küresel ısınma diye birşey kalmamış.
Fok balıkları artık katledilmiyorlarmış.
Kıraathanelerde artık çayın yanında hangi kitabı alırsın diye soruyorlarmış.
Gazetelerin ikinci sayfa haberleri bile okunabiliyormuş artık
Esnaflar ile sokak satıcıları da barışmışlar senin geçtiğin sokaklarda.
Ayrı bir huzur gelmiş oralara diyorlar...
Hani senden haber almak için sorduğumdan değil yanlış anlama
Ama mutlu musun diye de sormuyor değilim.
Sadece acaba bu aciz kulun duaları da kabul oluyor mu diye soruyorum.
Senin her zaman mutlu olmanı diliyorum, yalvarıyorum Allah'ıma...
Onur TATAR
Buradan gittin gideli çok güzel bir yer artık burası.
Bende sensiz çok iyiyim burada.
O bildiğin ben yok neredeyse...
Artık geceleri o kadar ağlamıyorum mesela
Güneşin doğuşunu ıslak gözler ile izlemez oldum.
Eskisi kadar geç saatlerece oturup, erkenden de kalkma huyum yok.
Yemekler daha bir lezzetli geliyor, zehir olmuyor artık yanlız oturduğum sofralar.
Şarkıları sadece dalıp gitmek için dinleyen ben eşlik ediyorum artık tüm çalanlara.
Artık çayı bile aramaz oldum düşünsene
Kahve içemeyi bile çaya tercih ediyorum desem inanır mısın?
Anlayacağın seninle aynı şehirde iken çektiğim acılar artık o kadar değil.
Orası da seninle güzelleşmiş diyorlar
Küresel ısınma diye birşey kalmamış.
Fok balıkları artık katledilmiyorlarmış.
Kıraathanelerde artık çayın yanında hangi kitabı alırsın diye soruyorlarmış.
Gazetelerin ikinci sayfa haberleri bile okunabiliyormuş artık
Esnaflar ile sokak satıcıları da barışmışlar senin geçtiğin sokaklarda.
Ayrı bir huzur gelmiş oralara diyorlar...
Hani senden haber almak için sorduğumdan değil yanlış anlama
Ama mutlu musun diye de sormuyor değilim.
Sadece acaba bu aciz kulun duaları da kabul oluyor mu diye soruyorum.
Senin her zaman mutlu olmanı diliyorum, yalvarıyorum Allah'ıma...
Onur TATAR
Hayatın insanlardan ibaret olduğunu zanneden (kufretmeyecegim!) bencil yaratiklar.
Agac olmadan, dere olmadan, toprak olmadan, kuşlar baliklar kediler olmadan.
Dort duvar arasinda nefes almadan nasil yasayacaksiniz merak ediyorum.
Kus gribi deyip kuslari katlettiniz Kirim Kongo cikti. Cekirgeler hasatlari yok etti.
Doganin kendi icinde bir duzeni oldugunu ve aslinda “insan” denilen varliginda bu duzen icinde minicik bir ayrinti oldugunu ne gun ogreneceksiniz?
Katlettikce yok olacaksiniz. Belki bedenen hemen oyle birdenbire olmayacak ama yavas yavas yok olsanizda sonuc degismeyecek.
Ki spermlerin ve yumurtalarin kalitesi duseli yillar oldu. Bilene!
Ruhlariniza gelince… Var mi ki?!
Agac olmadan, dere olmadan, toprak olmadan, kuşlar baliklar kediler olmadan.
Dort duvar arasinda nefes almadan nasil yasayacaksiniz merak ediyorum.
Kus gribi deyip kuslari katlettiniz Kirim Kongo cikti. Cekirgeler hasatlari yok etti.
Doganin kendi icinde bir duzeni oldugunu ve aslinda “insan” denilen varliginda bu duzen icinde minicik bir ayrinti oldugunu ne gun ogreneceksiniz?
Katlettikce yok olacaksiniz. Belki bedenen hemen oyle birdenbire olmayacak ama yavas yavas yok olsanizda sonuc degismeyecek.
Ki spermlerin ve yumurtalarin kalitesi duseli yillar oldu. Bilene!
Ruhlariniza gelince… Var mi ki?!
“1915’de doğdu. Evde ağlayamazdı. Hemen annesi,
-Sus! diye paylardı.
Gülemezdi, bağıramazdı. Babası,
-Sus!… diye azarlardı.
Misafir gelince,
-Ayıptır, sus! derlerdi.
Yabancı kimse yokken de evdekiler,
-Başımı dinleyeceğim, sus! derlerdi.
Yedi yaşına kadar bu, böyle sürdü.
*****
İlkokula gitti. derste bir şey soracak olsa öğretmeni,
-Sus! … diye çıkışırdı.
Derse kalksa,
-Ne sorulursa onu söyle, çok konuşma!…
derdi öğretmenleri.
On iki yaşına kadar da böylece sürdü.
******
Ortaokula gitti. Ağzını açacak olsa, büyükleri,
-Her lafa karışma! dediler.
Müdür,
-Söz gümüşse, sükut altındır! vecizesini öğretti.
Türkçe öğretmeni,
-İki dinle, bir söyle…Bak, iki kulak, bir ağız var!… dedi.
-Sus!…
-Sesini kes!…
-Çok konuşma!…
On beş yaşına kadar böylece sürdü.
*******
Liseye gidiyordu. Burada öğrendiği en güzel şey ‘Essükütü hayrün mineddırdır’ sözü oldu. Yani susmak, dırdırdan hayırlıdır.
-Çok konuşma!…
-Sus!…
-Kes sesini!…
On dokuz yaşına kadar böylece sürdü.
*******
Üniversiteye girdi. Evde,
-Büyüklerin yanında konuşulmaz! diye öğretiyorlardı.
Annesi,
-Söz büyüğün, su küçüğün! diyordu.
Profesör bir gün ona,
-Dilini tut!…demişti.
Yirmi üç yaşına kadar böylece sürdü.
********
Askere gitti. On başısı,
-Sus len!…diye bağırdı.
Çavuş,
-Dırlanma! diye azarladı.
Yüzbaşı,
-Pısss!…Sısss!…dedi.
Karakola çağırdılar.Polis,
-Çok konuşma! dedi.
Komiser,
-Sus be!… dedi.
*********
İşe girdi. Arkadaşları, işaret parmaklarını dudaklarına koyar.
-Şışşşşt! derlerdi.
-Aman şışşşt… Aman sus, aman başın derde girer. Aman haa!…
-Sen her şeye burnunu sokma!… derlerdi
-Sen anlamazsın…
-Sana mı kaldı…
_Sen sus…
*******
Evlendi. Karısı,
-Aman sus..Sen karışma!…derdi.
Sonra çocukları oldu. Büyüdü çocukları,
-Sen sus baba!…Çakmazsın bu işlerden…demeye başladılar.
*******
Bu adam, biraz benim, biraz sizsiniz, biraz hepimiziz.
Eskiden kadınlar, kocalarına kendilerine dırdır etmesinler, çok konuşmasınlar diye eşek dili yedirirlerdi. O inanışa göre, eşek dili yiyenlerin sesi çıkmazdı. Bize de sanki eşek dili yedirmişler. Arayın bakalım, ağzınızda diliniz var mı? Dilimizi yutmuşuz. Dilimizi içimize sokmuşuz. Ağzımız var; dilimiz yok.
********
Şimdi bu biraz bana, biraz size benzeyen adam söz hürriyeti istiyor. Konuşacak. Ama ona,
-Sus!…diyorlar.
İçimden,
-Konuş…Konuş…Konuş be!…diye bağırmak geliyor. Ama ne konuşacağız, nasıl konuşacağız? Dilimiz nerede?”
Aziz Nesin - Nutuk Makinesi
-Sus! diye paylardı.
Gülemezdi, bağıramazdı. Babası,
-Sus!… diye azarlardı.
Misafir gelince,
-Ayıptır, sus! derlerdi.
Yabancı kimse yokken de evdekiler,
-Başımı dinleyeceğim, sus! derlerdi.
Yedi yaşına kadar bu, böyle sürdü.
*****
İlkokula gitti. derste bir şey soracak olsa öğretmeni,
-Sus! … diye çıkışırdı.
Derse kalksa,
-Ne sorulursa onu söyle, çok konuşma!…
derdi öğretmenleri.
On iki yaşına kadar da böylece sürdü.
******
Ortaokula gitti. Ağzını açacak olsa, büyükleri,
-Her lafa karışma! dediler.
Müdür,
-Söz gümüşse, sükut altındır! vecizesini öğretti.
Türkçe öğretmeni,
-İki dinle, bir söyle…Bak, iki kulak, bir ağız var!… dedi.
-Sus!…
-Sesini kes!…
-Çok konuşma!…
On beş yaşına kadar böylece sürdü.
*******
Liseye gidiyordu. Burada öğrendiği en güzel şey ‘Essükütü hayrün mineddırdır’ sözü oldu. Yani susmak, dırdırdan hayırlıdır.
-Çok konuşma!…
-Sus!…
-Kes sesini!…
On dokuz yaşına kadar böylece sürdü.
*******
Üniversiteye girdi. Evde,
-Büyüklerin yanında konuşulmaz! diye öğretiyorlardı.
Annesi,
-Söz büyüğün, su küçüğün! diyordu.
Profesör bir gün ona,
-Dilini tut!…demişti.
Yirmi üç yaşına kadar böylece sürdü.
********
Askere gitti. On başısı,
-Sus len!…diye bağırdı.
Çavuş,
-Dırlanma! diye azarladı.
Yüzbaşı,
-Pısss!…Sısss!…dedi.
Karakola çağırdılar.Polis,
-Çok konuşma! dedi.
Komiser,
-Sus be!… dedi.
*********
İşe girdi. Arkadaşları, işaret parmaklarını dudaklarına koyar.
-Şışşşşt! derlerdi.
-Aman şışşşt… Aman sus, aman başın derde girer. Aman haa!…
-Sen her şeye burnunu sokma!… derlerdi
-Sen anlamazsın…
-Sana mı kaldı…
_Sen sus…
*******
Evlendi. Karısı,
-Aman sus..Sen karışma!…derdi.
Sonra çocukları oldu. Büyüdü çocukları,
-Sen sus baba!…Çakmazsın bu işlerden…demeye başladılar.
*******
Bu adam, biraz benim, biraz sizsiniz, biraz hepimiziz.
Eskiden kadınlar, kocalarına kendilerine dırdır etmesinler, çok konuşmasınlar diye eşek dili yedirirlerdi. O inanışa göre, eşek dili yiyenlerin sesi çıkmazdı. Bize de sanki eşek dili yedirmişler. Arayın bakalım, ağzınızda diliniz var mı? Dilimizi yutmuşuz. Dilimizi içimize sokmuşuz. Ağzımız var; dilimiz yok.
********
Şimdi bu biraz bana, biraz size benzeyen adam söz hürriyeti istiyor. Konuşacak. Ama ona,
-Sus!…diyorlar.
İçimden,
-Konuş…Konuş…Konuş be!…diye bağırmak geliyor. Ama ne konuşacağız, nasıl konuşacağız? Dilimiz nerede?”
Aziz Nesin - Nutuk Makinesi
Içinde duygu barındıran bir eylemi yaşamayı özledim.
Sevgi olur
Nefret olur
Kıskançlık olur
Süpriz olur
Öfke patlaması olur
Fark etmez.
Bazen duygularımı aldırmış gibi hissediyorum kendimi.
Aslında bir süredir başı bozuk duygularımla baş edemediğim için tepkisiz izlemeye karar vermiştim.
Lakin.
Bu da kesmedi beni iyi mi!
Sevgi olur
Nefret olur
Kıskançlık olur
Süpriz olur
Öfke patlaması olur
Fark etmez.
Bazen duygularımı aldırmış gibi hissediyorum kendimi.
Aslında bir süredir başı bozuk duygularımla baş edemediğim için tepkisiz izlemeye karar vermiştim.
Lakin.
Bu da kesmedi beni iyi mi!
Raskolnikov uzaklaşırken düşünüyordu: Nerede okumuştum… ölüm cezasına çarptırılmış biri sehpaya çıkmadan bir saat önce şöyle söylüyor yada düşünüyordu: ‘Yüksek bir yerde, bir kayanın üzerinde, ancak iki ayağımı koyabileceğim kadar daracık bir yerde yaşayacak olsaydım, dört bir yanım uçurumlarla, okyanuslarla çevrili olsaydı, fırtınalar, zifiri karanlık olsaydı her yanım. Kimsecikler olmasaydı yanımda, o daracık yerde, öylece, binlerce yıl sonsuza dek yaşamak isterdim! Yaşayabilsem… yalnızca yaşayabilsem! Nasıl olursa olsun yaşasam!… Ne yaman bir gerçek! Tanrım, ne yüce bir gerçek bu!
Insan beyni kumbara misali biriktiriyor;
Geçmişin koku, tat ve anılarını.
Günümüzün soru, sorun ve anlık tepkilerle yaşanılanlarını.
Ve yarına dair yapılan plan ve umutlarını.
Ve bazen bir olay kumbarayı sallıyor…
Işte o zaman dün bugün ve yarın birbirine giriyor. Insan an’ın farkına varamadan dün, bugün, yarın kemkeşinde sürüklenip gidiyor.
Geçmişin koku, tat ve anılarını.
Günümüzün soru, sorun ve anlık tepkilerle yaşanılanlarını.
Ve yarına dair yapılan plan ve umutlarını.
Ve bazen bir olay kumbarayı sallıyor…
Işte o zaman dün bugün ve yarın birbirine giriyor. Insan an’ın farkına varamadan dün, bugün, yarın kemkeşinde sürüklenip gidiyor.
Çocuklar…
Mutluluk kaynakları!
Ah bir de büyükleri nasıl parmaklarında oynatacaklarını bu kadar çabuk öğrenmeseler,
Ve ebeveynler bu masum yaratıkların bir gülüşüne veya bir damla gözyaşına bu kadar kolay kanmasak diyorlar.
Yine de varlıkları güzel şey, kandırılmak gücünüze gitse de zekalarına hayran kalıyorsunuz.
Mutluluk kaynakları!
Ah bir de büyükleri nasıl parmaklarında oynatacaklarını bu kadar çabuk öğrenmeseler,
Ve ebeveynler bu masum yaratıkların bir gülüşüne veya bir damla gözyaşına bu kadar kolay kanmasak diyorlar.
Yine de varlıkları güzel şey, kandırılmak gücünüze gitse de zekalarına hayran kalıyorsunuz.
Doğduğumuz andan itibaren hayatımızın ucundan köşesinden veya kalbimizin tam ortasından dokunan her insan degiştirir, yontar, yoğurur ve yeniden şekillendirir bizi.
Kimi müzik zevkimize katkıda bulunur kimi güven duygumuzu ve masumiyetimizi yok eder ama illa bir ucumuzdan dokunur. Ister doğumumuza neden olan olsun ister eşlikçi ister refakatçi isterse hayatımızın merkezi veya sokaktan gecen simitçi…
Bakışımız değişir, duruşumuz, oturumuşumuz. Kimi elimizden tutar yürüyüşümüz değişir.
Ağır aksak veya birden bire…
Kimi yara açar kimi kabuk bağlatır kimi merhem olur.
Kimi güldürür kimi ağlatır kimi düşündürür.
Kimi okşar kimi çarpar kimi sarsar.
Kimi dinlendirir kimi eğlendirir.
Sonuçta doğduğumuz kişi ile öldüğümüz kişi arasında binlerce fark oluşur.
Farkına vardığımızda kimine teşekkür ederiz kimine küfür…
Yine de;
Gün geçtikçe degisir insan hayatına dokunan her yeni kişiyle.
Kimi müzik zevkimize katkıda bulunur kimi güven duygumuzu ve masumiyetimizi yok eder ama illa bir ucumuzdan dokunur. Ister doğumumuza neden olan olsun ister eşlikçi ister refakatçi isterse hayatımızın merkezi veya sokaktan gecen simitçi…
Bakışımız değişir, duruşumuz, oturumuşumuz. Kimi elimizden tutar yürüyüşümüz değişir.
Ağır aksak veya birden bire…
Kimi yara açar kimi kabuk bağlatır kimi merhem olur.
Kimi güldürür kimi ağlatır kimi düşündürür.
Kimi okşar kimi çarpar kimi sarsar.
Kimi dinlendirir kimi eğlendirir.
Sonuçta doğduğumuz kişi ile öldüğümüz kişi arasında binlerce fark oluşur.
Farkına vardığımızda kimine teşekkür ederiz kimine küfür…
Yine de;
Gün geçtikçe degisir insan hayatına dokunan her yeni kişiyle.
İstanbul hayatımın
başlaması ile kendisinin doyumsuz güzelliği karşısında tarifi benzersiz
duygular ile her köşesini gezdim durdum. Her köşesi derken nerde... Mümkün mü ki, bitmez o
köşeler. Toplu taşımanın imkan verdiği olanaklarda gezmeye gayret gösterdim. Genellikle de yürüdüm.
Yürümeyi seven biri olarak İstanbul'un gerçekten küçük bir yer olduğunu
keşfettim. Vapur, metro ve yürüyüş vazgeçilmeyecek ulaşım araçlarım oldu.
Otobüs ile gidiliyorsa eğer ya yürümeyi tercih ettim ya da gitmemeyi. İkinci ihtimal ise çok nadir zamanlarda gerçekleşti. Gelelim şimdi neler var bu
İstanbul da.
Tarihi yarım ada İstanbul'un kendisidir derler. Geri kalan kısım
onun anca uzantısıymış. Her yeri ayrı bir güzel ama tarih kokan kısmı
burasıdır. Yedi tepeli İstanbul'un yedi tepesi de burada sonuçta. Say desek sayamayacak çok kişi çıkar. Geçen bir sayalım
dedik sayamayınca fark ettik. Yedisinde de cami dikmiş ecdadımız. Burada da belirtelim
ama hepsini gezmeden bilinmez bu yedi tepe. İlk tepe Topkapı tepesi. Topkapı
Sarayı, Sultanahmet ve Ayasofya'nın bulunduğu İstanbul deyince akla ilk gelen
yer. İkinci tepe Çemberlitaş Tepesi ve Nur-u Osmaniye Camii. Üçüncü tepe
Beyazıt tepesi ve görkemli camisi ise Süleymaniye. Mimar Sinan'ın en güzel
eseridir. Külliyesi ile beraber görkemli bir eser. Dördüncü tepe İstanbul'un Fatih
Sultan Mehmet'in kendi adına yaptırdığı Fatih Camii ile Fatih Tepesi. Beşinci
tepe ise Kanuni Sultan Süleyman'ın babası Yavuz Sultan Selim'in kendi adına
yaptırdığı cami ile anılan Yavuz Sultan Selim Camii'nin bulunduğu tepedir.
Altıncı Edirnekapı Tepesinde ise Mihrimah Sultan Camii ve Kariye Camii
bulunmakta. Son tepe, yedinci tepe ise İstanbul'un en tarihi semtlerinden
birisi olan Kocamustafapaşa'dadır. Kocamustafapaşa Tepesinde ise Haseki Camii
ve Külliyesi bulunur. Bu yedi tepeyi de gezmeden sakın İstanbul'u gezdim
demeyin. Tarih kokan sokaklarda yürürken ise adımlarınızı dikkatli atın.
Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı! Düşün daha önce o yerlerde olan
tarihi.
Tarihi yarımada Mısır Çarşısı, Eminönü ile biterken balık ekmek (ne
kadar meşhur olsa da ben pek tercih etmiyorum) yenmeli. Meşhur olan her şeyi
denemekte fayda vardır. Beğenip beğenmemek demek için değil yapmadım dememek için lazım. Balık, köfte,
helva, lokum ne bulursanız tarihi ve meşhur denemek lazım. Ama burada tarihi, meşhur yazıyor diye de oranın tarihi ve meşhur olduğu kanısına varmayın. Bakın önünde az da olsa bir kalabalık var mı. Malum on beş milyonluk şehir burası. Güzel şeyler çoğunluğun gözünden kaçmaz. Eminönü'nden Eyüp
Sultan'a uğramak lazım. Eyüp Sultan Hz. ziyaret etmeden İstanbul'un geri kalanı
gezilmez. Pierre Loti Tepesine çıkıp manzara eşliğinde bie demlik çay içmenin zevkini de
tatmadan çıkmayın Eyüp'ten. Galata Kulesini uzaktan izlemek kadar yakından
izlemek de çok güzel. Kız kulesine nispet eder gibi durur İstanbul siluetinde.
Karaköy'ün meşhurları ile devam yola. Taksim'e geçip İstiklal de bir tur atarken saat müsaitse bir gösteri yapan grubun içinden geçebilirsiniz. Uzak kalmakta fayda var. Heyecanlanıp elinize pankart alıp sloganlar atacaksanız eğer biri bittikten sonra diğeri başladığı için çıkamazsınız sonra Taksim'den.Etrafta gezilip görülecek o kadar çok şey var ki kaçırmayın derim. Oradan Beşiktaş'a
Ortaköy'e gitmek lazım. Ortaköy camisine uğramadan ise yolunuza devam etmeyin sakın. Buralarda artık nasıl bir hayat görüşünüz ve yaşam
şeklini varsa ona göre davranabilirsiniz. Çünkü burası bir Anadolu kenti değil
artık. Avrupa hayatından bile daha üst kategoride yer alıyor. Bir dünya şehri
olduğunu anlıyorsunuz buraları gezerken. Dolmabahçe, Yıldız, Çırağan Saraylarını
da gezmeyi ihmal etmeyin. Meşhur yerleri, yiyecek, içecekleri de kaçırmayın bu arada. Yıldız parkına çıkıp,
Emirgan'a doğru yol alın. Bebek sahilinde yürüyün. Rumeli Hisarını gezin.
Sarıyer'e gidin. Kireçburnu'na gidip sahilde "-İsmail Abi -Hoop"
repliği ile fotoğrafınızı çektirin. Garipçe köyünde ise bitirin gezinizi. Bir de geri dönmesi var. Kaç gününüzü alır bilemem ama benim çok uzun zamanı aldı şimdiye kadar aklıma
gelip de ifade ettiğim yerler.
Anadolu yakasını gezmeyelim mi peki? Kadıköy'e varmalı. Sahilin
tadını çıkarmalı. Moda'ya inmeli, Kadırga'ya geçmeli. Üsküdar'a gidip Kız
Kulesinin karşısında bir çay içmeli. Ya güzel bir kafede ya da termosunu alıp kayalıkların üstünde. İkisi de aynı hazzı veriyor emin olabilirsin. Sahilde yürüyüp, gelip
geçenlere bakmalı. Hayatın akışında insanların yüzleri her şeyi anlatır. İnsanın
gözlerine bakınca sevinçli mi, hüzünlü mü, hayatı acılar ile mi dolu, kederini
gidermek için mi yürüyor, yoksa bir yere mi yetişiyor hepsini anlayabilirsin.
Belki bu biraz zaman alır ama İstanbul'da zaman da çok hızlı akıyor merak etme.
Beylerbeyi'ne doğru yol almalı oradan da. Saray'ı gezmeden olmaz. Çıkıp caminin
avlusunun önünde boğazı seyretmeli. Çengelköy'e varmalı oradan. Böreğini,
simidini alıp Fiko'nun kahvehanesine oturup, gelen çay ile boğazı izlereyerek
bir yandan simidini ısırıp, böreğini yerken bir yandan da sıcacık çayını içmeli. Fiko da kim diye
sormayın sakın! Leyla ile Mecnun'u bilmeyen yoktur diye açıklama gereği hissetmedim İsmail abi repliğini ama bir
zamanların en efsane dizisi plan Süper Baba'nın en efsane karakterinin en efsane mekanını
bilmemenizi ayıplar doksan kuşağı ve öncesi. Devamında Beykoz yapılmadan olmaz. Kanlıca'da da
yoğurdumuzu yiyelim değil mi?
İstanbul herkese ayrı bir güzel. Yazmakla, anlatmakla, gezmekle bitmeyecek bir şehir. Farklı insanlara farklı yüzlerini
gösterebiliyor. Onun için en güzel planlar kendi zevklerine göre yapılan
planlardır. Ama şunu belirteyim ki herkes hayatının bir dönemi kendini
İstanbul'a atmalı. Hayatının bir bölümünü bu topraklarda geçirmeli. Hemde en
kalabalık olan semtlerinde. Anadolu'nun samimi sıcak havasından çıkıp,
kalabalığın oluşturduğu bu dünyayı tatmalı. Sokaklarda deli gibi dolaşmalı.
Yüksek sesle şarkılar söylemeli. Yadırganmayacağını bilerek haykırmalı yüksek
sesle düşüncelerini.
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)