Ver elini sevgili okur, seninle bundan yirmi yıl öncesine gidelim. Belki birkaç yıl sonrası belki birkaç yıl öncesi, içerisinde kömür ya da odun sobalarının bulunduğu bacasından ince dumanı tüten sıcacık evlerin zamanına…
Hatırlıyorum, hanemizin her bir odasına eşit dağılımla sıcaklığı böldüğü gibi bizi de bölen kalorifer sisteminden öncesi, gürül gürül yanan ateşiyle bizi bir odaya toplayan kömür sobasının olduğu sıcak zamanlar…
Rahmetli babam hesap edememiş kaç çocuğunun olacağını, haliyle ‘Başımızı sokacak bize ait ufak da olsa bir yer olsun.’ demiş, eline geçtikçe parça parça inşa etmiş iki odalı evimizi. Sonraları annemin duasının tesiri olduğunu da fark ettik tabi. Hep ‘İki oda olsun benim olsun.’ dermiş. Şimdilerde ‘İsterseniz detaylı isteyin. Hazinesi en geniş olan da verecek olan da O.’ der annem.
Bir elin parmakları kadar çok kardeşiz biz. Kalabalığı asla külfet değil, daima neşe olan. Kışları sobanın olduğu tek odada hep beraber kalırken de, sayılı olan eşyalarımızı paylaşırken de. O zamanlar kütüphaneli bir karyolamız vardı, bir divanımız, bir de yerde el dokuması bir halımız. Evin bir köşesinde de soğuk kış günlerinin olmazsa olmazı sobamız. Üzerinde sabahları ekmeklerin akşamları ise kestanelerin kızartıldığı, bazen ateşinde bir tas kuru fasulyenin fokurdadığı, çoğu zaman da boş kalan yeri alan güğümden düşen damlaların tısladığı… En çok da mandalina kabuklarını üzerine koyup odayı saran doğal parfüm kokusuna bayılırdım çocukken. O zaman oda spreyleri yoktu tabi. Sinsice ciğerimize işleyen kimyasallardan nasıl korunacağız diye düşünmezdik. O zamanlar televizyon da yoktu, bizi birbirimizden ayırıp örümcek ağı gibi evimizi saran teknolojik kablolar da. Babam bizi etrafına toplar, kitap okur, kıssalar anlatırdı. Sıcacık cümleleriydi bizi sarıp sarmalayan.
Evet, belki eşyamız azdı ama muhabbetlerimiz, birlikte geçirdiğimiz zamanlarımız vardı. Ne yeni aldığımız perdelerin yaldızlı işlemeli berjerlerimize uymama sıkıntısı, ne biten şarjlarıyla iletişimimizi koparan teknolojik aletlerin tasası, ne de kalabalıklar arasında yalnızlığı hissettiğimiz vardı. Artık yalnızlık büyük kent toplumunun alışılageldik bunalımı.
Öylesine kaptırmışız ki kendimizi su gibi akan zamanın telaşına, hem bu akışa yetişememekten huzursuz hem koşturmaktan yorgunuz. Öylesine kaybolmuşuz ki fazla eşyaların, gereksiz işlerin içinde, benliğimizi bile unutur olmuşuz kimi zaman. Bırakın etrafımızda olan biteni duyup görmeyi ya da sevdiklerimizle hasbihal etmeyi, kendimize ayıracak vaktimiz bile yok. Bakın, bir telaş kendini eve atan, aynı oda içindeki eşler yalnız, aile içinde çocuklar yalnız, çocuklar okulda arkadaşları arasında yalnız, sokakta iğne atsan yere düşmeyen caddede insanlar yalnız. Ama asıl bir tutam nefese muhtaç savaş beldelerinde masumların umutları yalnız, üzerine yağmurdan çok mermi yağan çocukların elleri yalnız, parasını nereye harcayacağını şaşırıp bunu dert edinenlerin yanında evine ekmek götüremeyen fakir babanın acısı yalnız…
Bir de koca koca gökdelenlerin arasında kalmış, bahçesinde artık çocuk sesleri çınlamayan, ışığını örten betonlar yüzünden çiçekleri açamayan, kendine has havasını kaybetmiş, eskinin mütevazı şimdinin harabe evleri yalnız. Biz ne güzel yan yana ve çokluk yaşıyorduk, bizi üst üste ve teklik yaşamaya mahkûm ettiler. İşte bu yüzden kahrolsun yüksek binalar! Bir de güneşimizi çalıyorlar…
TURUNCU / Aralık