27 Kasım 2014 Perşembe

Kar yağıyor da sana mı yağıyor? Bana yağıyor.


150-200 metrelik kar kaplı yokuştan naylon brandayla son sürat aşağı kayarken, aklıma ilkokuldaki sınıfımızın panosunda asılı duran mevsimler tablosu geldi. İlkbahar-Yaz-Sonbahar-Kış, 4 kare, dördünde de her mevsime ait özellikleri içeren birer resim. İlkbahar ve Yaz’ı daha o zamanlardan hiç sevmezdim. Mevsimler tablosunu sınıftan çalıp eve götürdüğümde de ilkbahar ve yaz’ı kesip atmış, sonbaharla kışı yatağımın kenarına asmıştım.
Aslında ilkbaharla olan kavgam büyük değildi. Hatta ilkbaharın başını, yani sert soğukların hala etkili olduğu günleri severdim bile. Ama yazdan nefret ederdim. Yazlıkta geçirdiğim günlerde bile yazı bir türlü sevemezdim. Yaz benim için yakıcı güneş, ter, içeriği olmayan bir çıplaklık, sıcaktan mide bulanması ve ayağıma büyük gelen terliklerle yürümenin zorluğu demekti. 
Kış öyle miydi oysa.. Kar demek oyun demekti. Kış demek sobanın üzerine attığın mandalina kabuklarının kokusuyla mayışıp televizyon karşısında uyumak demekti.
Yıllar geçti, ama benim mevsimlere karşı hislerim değişmedi. Hatta yazdan daha da nefret eder oldum. Gereksiz kalabalıktı artık yaz. Sokağa mecbur kalmadıkça çıkılmazdı.
Ayrıca bazı açıklayamadığım şeyler vardı bu mevsimlere dair. Açıklamaya çalışayım. Havanın açık olduğu yaz günleri sanki gökyüzü yeryüzüyle birleşip insanın dünyasını büyütüyor. Böylece, her şey kontrol dışıymış gibi görünüyor. Oysa kapalı havalarda sanki dünya insanın kontrolü altında gibi. Detaylar daha net görünüyor, renkler kargaşa yaratmıyor ve gökyüzü kafa bulandırmıyor. Yani sürekli arkasını sağlama almak isteyen, yatakta hep duvar tarafına dayanarak uyuyan bir insan için kapalı havalar, dolayısıyla kış ideal mevsim. Böyle anlatınca takıntılıymışım gibi oldu. Ama açıklayamadığımı baştan söylemiştim. Yine açıklayamadım.
Küçük bir ekleme yapayım, önemli bence. Sigara içenler bilir, yazın yaktığın sigara daha yarısındayken kendinden nefret ettirir. Ama kışın içilen sigaranın izmaritini bile ağlatır tiryaki insan.
Kaydığım yokuşun sonuna gelip duvara çarparak durduktan sonra, tekrar yokuşu tırmanıp bir kez daha kaymaya karar verdim. Ama yokuşu tırmandıktan sonra kayıp tekrar çıkma işi gözümde büyüdü ve vazgeçtim. Naylon brandanın üstüne koca bir kütük koydum. Yokuştan aşağı doğru ittim. Düzgün gidip gitmeyeceğini merak ediyordum. Acaba kayarken benim marifetim etkili oluyor muydu, yoksa kütük de benim kadar iyi kayabilir miydi? Kütükle bu çekişmeye neden girdiğimi bilmiyorum ama kütük bu işi beceremedi. Naylon brandanın üzerinden 20 metre ilerleyemeden düştü.
Eve doğru gelirken de kütükle olan yarışımı düşündüm. Eve girerken yargıyı koymuştum: kütük karın hakkını veremedi ama ben verdim.
Sonra bunları deftere yazarken “ulan blog gibi bir şey açmıştım, dur oraya yazayım. zaten doğru düzgün bi şey girmiyorum, mal gibi duruyor site” dedim ve buraya yazmaya karar verdim.
Sonuna kadar okuyanlara ayıboldu ama kusura bakmayın artık.

0 yorum :

Yorum Gönder

 
; Sayfa Başına Dön