“Çün bilirsin ki yakar âteş-i gam cân u teniİnsan, kim olduğunun, niçin yaratıldığının farkındaysa; kendini biliyorsa eğer, Rabbini bilir. Rabbini bilenin de O’na gönülden bağlanmaması, âşık olmaması mümkün değildir artık. Yani kendini bilen kişi Hakk’a âşık olan kişidir ve her gerçek âşık gibi mâşukuna kavuşmak isteyecektir. Fakat dünya gurbeti âşığı mâşukundan ayırmıştır. İnsanı, müstakil bir varlık olduğu zehabına sürükleyen can ve ten, vuslata manidir. Bu engeller ölümle ortadan kalkacak, bu ayrılık ölümle bitecektir ama âşığın ölümü beklemeye tahammülü yoktur. Ölmeden evvel ölmek, bir an önce vuslata erip ikilikten kurtulmak için dünyadan geçmenin, candan ve tenden sıyrılmanın yollarını arar.
Ne var ey kân-ı kerem sen de çerağ eyle beni.” (Veysî)
[Ey kerem sahibi! Bilirsin ki canı da teni de gam ateşi yakar. Öyleyse ne olur, beni çırak eyleyip (ateşinle tutuştur ki ben de candan ve tenden geçebileyim).]
Can ve tenini gam ateşiyle yakarak ölmeden evvel ölebilir insan. Gam ateşi, aşk ateşidir. Gam, keder, ıstırap, hüzün âşığın şiarıdır çünkü. Gam yahut dert talebi, aslında aşk talebidir, ateş talebidir. Gönül yanmada derman bulur. Bunu bildikleri içindir ki Hak âşıkları birbirlerine, “Allah derdini artırsın!” diye dua ederler.
1561’de Alaşehir’de doğan Divan şairi Veysî de fani varlığından bir an önce kurtulmak için bir kerem sahibinden gam ateşi istiyor. Aşk ateşinin yeterince harlı, yeterince yalımlı yanmadığını düşünüyor olmalı ki kendisini çerağ eylemesi, yani yakıp tutuşturması için yalvarıyor O’na. “Çerağ”, Farsçadan dilimize geçen ve kandil, mum, meşale gibi ışık veren nesneler için kullanılan bir kelime. Türkçede “çıra” ve “çırak” şeklinde yeni anlamlar yüklenmiş iki farklı telaffuzu daha var. Çıra ile daha ziyade çam ağacının çabuk tutuşan yağlı parçacıklarını kastediyoruz. Çırak ise bir ustanın yanında zanaat veya sanat öğrenen kimse anlamına geliyor. “Çerağ olmak” her iki anlamı da ifade ediyor. Şair, hem “beni yak, yandır” demek istiyor; hem de “öyle bir yetiştir, terbiye eyle ki çıra gibi kolay ve çabuk yanabilecek bir kıvama gelebileyim” demek istiyor.
Peki, Hak âşığını kendisine çırak eyleyip onun ateşini alevlendirecek usta kimdir? Beyitte “kân-ı kerem”, yani lütuf ve iyilik kaynağı, tükenmeyen ikram sahibi olarak nitelendirildiğine göre bu usta “Hayrü’l-Beşer” ve “Rasul-i Ekrem” olan Efendimiz s.a.v.’dir öncelikle. Bütün Hak âşıkları, ilahî aşkın ateşini O’ndan aldıkları için O’nun çerağı yahut çırağıdırlar. Böyle olmak zorundadır, çünkü Allah aşkının ilk ve en kuvvetli ateşi O’nun gönlünde yakılmış; bu aşk ateşi, Peygamber mirasçısı âlimlerin, velilerin, salihlerin gönüllerine oradan alınan kıvılcımlarla taşınmıştır. Sonraki zamanlarda aşk ateşini bir meşale gibi elden ele, gönülden gönüle taşıyan muhabbet sultanlarının hepsi, Rasulullah s.a.v.’e çerağ yahut çırak olmakla, yani O’na tam bir ittiba ile kazanmışlardır bu payeyi. Zira çıraklık ustaya tabi olmayı gerektirir. Bunun içindir ki Âl-i İmran suresinin 31. ayetinde “Allah Tealâ’yı sevdiklerini iddia edenlerin, O’nun Rasulü ve Habib’i Hz. Peygamber s.a.v.’e uymaları” emir buyurulur.
Alemlerin Efendisi’nin aşk ateşi, bu aşktan dolayı dünya hayatında en fazla sıkıntı ve eziyete maruz kalmış bir insan olması hasebiyle, aynı zamanda gam ateşidir. Bu anlamda gam ateşini talep, aslında sıkıntılara tahammül gücünü ve dünyaya istiğnayı taleptir. Türlü meşakkatlere hiç şikâyetsiz tahammül etmek; pişmeye, olgunlaşmaya imkân verdiği için gam ateşini nimet bilmek, elbette aşkla, dünya hayatının faniliğinin her dem şuurunda olmakla, bâki olana, tek ve mutlak Sevgili’ye yönelmekle mümkündür. Bunu bildiği içindir ki şair gam talebini bir lütuf, bir iyilik talebi olarak ifade etmiştir.
Fakat bu talep kerem sahibi ustanın ancak fiilen müdahalesi ile gerçekleşebilecektir. Çıraklık da usta ile yüz yüze, diz dize bir eğitim sürecidir zaten. Bu zaruret, kerem sahibi ustanın yaşayan bir mürşid-i kâmil olması gerektiğini düşündürür. Böyle düşünmek “kân-ı kerem”le Hz. Peygamber s.a.v.’in kastedilmediği anlamına gelmez. Peygamber mirasçısı Allah dostlarına çırak olmak, Rasulullah s.a.v.’e çırak olmaktır. O ustalar, Allah Rasulü’nden ne almışlarsa onu verir, onu öğretirler size.
Veysî’den iki asır sonra Kayserili Âşık Seyranî, “Bir ustaya olsam çırak / Bir olurdu yakın ırak” mısralarıyla yine gam yahut aşk ateşini talep etmekle birlikte, bu talepteki maksadını da dile getirmektedir. Kendisine çırak olunan usta, aşk derdiyle başını hoş eylediği, her türlü eza ve cefaya direnmeyi öğrettiği âşığın böylece fena bulmasını, ölmeden evvel ölmesini sağlayacaktır. Ölmeden evvel ölenler için ayrılık gayrılık derdi bitmiştir. Yakın uzak diye bir mesafe ayırımı yoktur artık. Gurbet aynı zamanda sıla olmuştur onlar için. Onlar aynı anda gurbetteyken sılada, halk içindeyken Hak katındadırlar.
Fakat işte bu mazhariyet bir ustaya çırak olmadan ele geçmemektedir.
0 yorum :
Yorum Gönder